“Türk-İslam sentezi” başlığı altında, 12 Eylül’ün hem görmeyi engelleyen hem pis kokan sisinin içinde konular, öyle çok ve kötü tartışıldı ki! Birçok imkân heder edildi…
“Türk Müslümanlığı” başlığıyla meseleye yaklaşan Sait Başer’in yazıları ve nihayet “Kök Tengri” (1991), “Yahya Kemal’de Türk Müslümanlığı” (2005) kitapları önceki benzerlerinden çok farklı bir bakışa sahipti. “Toplumsal Aklı Anlamak” (2006) eserinde “akıl”, “inanma”, “anlam”, “yorum”, “farketme ve öğrenme”, “dil, sanat, tarih ve akıl” kavramları çerçevesinde bir teorik kadastro çalışmasına girişen Başer, bakışını giderek sağlam bir zemine dayandırdı. Tıpkı Muhammed Abid El-Cabiri’nin “Arap Aklının Oluşumu”nda yapmaya çalıştığı gibi dile, Türkçe’ye sinmiş, “Türk aklı”nın kodlarını deşifre etmeye koyuldu. Olgunluk eserlerini “Türk Anlama ve İnanma Modeline Dair” (2011) “Anlama Krizi” (2017), “Yitik Yurdun İçinde” (2017), “Selam Söyle” (2017) kitaplarında ortaya koydu. Hoca sayesinde, bugün artık “Türk Müslümanlığı” kavramını inanç ve anlama, tarih ve dil bağlam ve başlıkları altında, daha hamasetten kurtulmuş ve hakikate yönelmiş bir biçimde ele alma ve tartışma imkânı doğmuş oldu.
Bizim “Türk Grup Davranışı” ve “Türklerin Psikolojisi” çalışmalarımızdan haberdar olanlar, nasıl toplumsal iktisadi zihniyetimizi sergilemeye çalışan Sabri Ülgener Hoca’yı okurken heyecanlanmışsak, benzeri ve kat kat fazla bir hissiyatı Başer Hoca’nın çalışması karşısında da yaşadığımızı kolayca anlayacaklardır. Onun yazdıklarını yutarcasına okuyup öğrenme ve aktarma çabamızdaki telaşı hoş göreceklerdir.
Onun bakışına, mesela “Hanefi-Maturidi-Yesevi sacayağına oturan klasik Türk İslami yaklaşımı, Arap anlamasındaki sosyo-kültürel tabanın İslamiyet zannedilmesinden kaynaklanan bir tökezlemeye maruz kalmakla anlama yeteneğinde büyük kayba uğradı. Düşüncenin yerini ‘hikmetinden sual olunmayan bir ibadet hayatı’ aldı. Anlama, özne dolayısıyla toplumun kendi tecrübesi, dili ve kültürü bağlamında şekillendiğinden Türklüğün toplumsal hafızası önemli ölçüde askıya alınmış oldu. Gazzali’nin formüle ettiği ‘kocakarı imanı’ yüceltildi. Her ne bahasına olursa olsun ‘ulu’l emre itaat’ merkezi otoriteyi tahkim ederken anlamanın alternatifsiz bireyselliği, işlevsiz hale getirildi. Merkezi otorite güçlendirilirken anlayan ve üreten insanlar değil, itaat eden topluluk makbul hale geldi. İstenen muti teb’a idi ve halkın adı ‘agniya-i şakirin ve fukara-yı sabirin’ (şükreden zenginler ve sabreden fakirler) oldu” sözlerine birçok itiraz noktanız olabilir.
Yine mesela “Ne yazık ki itikadi anlamda Arap Eş’ariliğine ilaveten tasavvuf hayatımıza giren Hint Nakşiliği birbirlerinin mütemmim cüz’ü gibi bütünleştiler. Bu bütünleşme yukarıda değindiğimiz din=ibadet ve taat anlayışını besledi” sözleri (Yitik Yurdun İçinde, s.19-20) sizi çileden çıkarabilir. Kendi adıma benim de bu bakışa eleştirilerim var. Ama durun, hissiyatınız ne olursa olsun Başer Hoca’nın anlama ve inanma ile dil arasındaki çoğu düşünce tarihimizde ilk kez olan tespitlerine şapka çıkarmanıza ve arşivinize almanıza mâni olmamalı.
Dil, sonuçta kelimenin, sözün ortaya çıktığı ilk ana kadar geri götürülebilir ve kökenlerin, etimolojinin, kültürler arası karşılaşmanın önemi ortaya çıkar. Başer Hoca tam da bu işlerin, bu tarz düşünmenin ustasıdır. O yüzden “Türkçemiz, ah güzel Türkçemiz!” der durur.