Kapitalizm ve tüketim toplumunda yaşarken hepimizin içdünyasında bize tuzaklar kurup duran tamahkarlıkla baş edebilmek hayli zor. Neyi nasıl yapacağımızı bilmek, yol haritamızdaki koordinatları belirlemek zorundayız. Öncelikle temel çıkış noktamızın ahlaki olması gerektiğinde anlaşmalıyız. Tefeciliğe, faize, istifçiliğe karşı kanaatkarlıktan ve infaktan yana tavır takınmalıyız. Bunlar çok önemli; dönüp dönüp konuşmamız, hatırlamamız, hatırlatmamız gerekli. Konuşmamız gereken temalardan biri de ekonomide devletin rolünün ne olacağı. Bu konuda ortalık tozdan dumandan görünmüyor. Liberalizm adına söz alanların bir kısmı, nerede “devlet” sözü geçse feryadı basıyor. Adam Smith’i gündeme getirmemizin bir nedeni de bu. Smith, kişisel çıkarı her işin başı yapmadığı gibi tam tersine onun ahlaki erdemlerle durdurulması gerektiğini savundu. Yine aynı şekilde asla topyekün devlete karşı savaş açanlardan değildi. Sanılanın aksine devleti ve halkı zenginleştirmek isteyen bir ekonomi politiği savundu. Pazardan, serbest piyasadan yanaydı ama devletin vatandaşlarla rekabet etmeyeceği alanlarda bulunması gerektiğini düşündü.
Hem tamahkarlığın ve ondan kaynaklanan kişisel çıkar hırsının dengelenmesi için ahlaki erdemlerin devreye girmesi hem ekonomide devletin pazardaki rekabeti bozmaksızın düzenleyici rolü konusunda Adam Smith ile hemfikirim. Kapitalizme ve tüketim toplumuna karşı bir mücadele hattı belirlerken ezberlerimizi gözden geçirmemiz, Smith’i daha iyi çalışmamız, öğrenmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ezberlerin bozulması gerektiği konulardan birisi de sermaye ile devlet ilişkileri.
Sermaye ve devlet ilişkileri konusunda iki tür ezber var. Liberal olduğunu söyleyenlerin bir kısmına göre devlet baş düşman. Marksistler de aynı ölçüde devlete düşmanlar ama onların gerekçesi devletin egemen sınıfların baskı aygıtı olduğu şeklinde bir teze inanmalarından kaynaklanıyor. Oysa iki ezber de yanlış. Kaaatimce devlet, tam ortada bir yerde duruyor ve kolektif aklı temsil eden bir töze sahip. Sermayeye de piyasaya da karşı değil ama hükümranlığı devlete bırakması şartıyla.
Devlet ile egemenler arasındaki çatışmanın en bariz şekli, Roma-Kartaca savaşlarında ortaya çıkmıştı. Kartaca, Fenikelilerin devamı olan, geriye doğru gidildikçe İbranilerle bağlantısı ortaya çıkan tüccar bir kavimdi. Kartacalılar, Suriye kıyılarından gelerek bir ticaret kolonisi, ademi merkeziyetçi bir yapı oluşturuyorlar ve merkeziyetçi Roma devleti ile savaşa tutuşuyorlar, tıpkı önceden ataları Fenikelilerin Yunanlılarla savaştıkları gibi… Sonunda Romalı Senatör Cato’nun “Kartaca yıkılmalı!” hükmü gerçeğe dönüştü. Kartaca yıkıldı ama egemenlerin devleti saf dışı etme girişimleri hep sürdü. Bugün paranın gücünün alabildiğine artmasıyla birlikte gerilim had safhaya vardı.
Japon düşünür Korin Karatani’nin “Dünya Tarihinin Yapısı. Üretim Tarzlarından Mübadele Tarzlarına” (Metis Yayınları) kitabı tam da bu konuyla yani devlet-sermaye ilişkileri mevzuuyla ilgili.
Karatani’ye göre kapitalist toplum, sermaye-ulus-devlet terkipli bir Boromean düğümünden oluşuyor. Boromean düğümü üç halkalı gizemli bir yapı. Halkalardan hiçbirisi diğerine doğrudan bağlı değil fakat bir halka diğerlerinden koparılırsa diğer ikisi de birbirinden kopuyor. Nasıl ki meta mübadelesi devletin varlığına ihtiyaç duyuyorsa, devletin idamesi de ancak para ile mümkün ve bu, kapitalizm öncesinde de böyle. Kapitalizm öncesi devirlerde de devlet, her zaman ticarete yaslanmış, paranın gücünden faydalanmış. Ama her zaman ticareti ve tefeci sermayeyi para, haraç ve diğer yollardan denetlemiş; tüccarın ipini elinde bulundurmaktan vazgeçmemiş. Eğer devlet tüccarı serbest bıraksaydı tüccarla birlikte onun ikiz kardeşi tefeci de semirecekti. Tek arzusu faiz yoluyla sermaye biriktirmek olan tefeci, tüccara mübadeleler yapabilsin diye kredi verecekti. Bu süreç boyunca tefecinin gömüleri arttıkça artacak, o gömüledikçe üreticiler topluluğu borç ve faiz yükü altında yoksul düşecek, sefalete sürüklenecekti. Sonuçta devletin dirliği sarsılacak, yöneticilerin gücü zayıflayacaktı. Hiçbir devlet bunu istemezdi.