Lütfen kusuruma bakmayın, bugün kendi hikâyemi anlatacağım. Bir muradım var; yoksa bu köşeyi kişisel bir anlatı mekânı haline getirmeyi asla düşünmem.
17-22 yaşlarım arasındaki hayat dilimimde, Marksist olduğumu söylerdim. Şüphesiz o sıralarda ülkemizde Marksist olmanın olmazsa olmazlarından birisi de materyalist olmaktı. Manevi isyanım gecikmedi. Maneviyatımı kuşatma altında tutmak isteyen materyalist zarı yırtıp atmam pek zor olmadı. İdeolojik fanatizmden ve insanlığımızı, kişiliğimizi silip tüketen sözüm ona “proletaryanın çelik disiplini” denilen örgütsel işleyişten de ziyadesiyle yılgındım. Öylesine yılgındım ki, o zamandan sonra bir daha hiçbir örgütlü yapıya girmeye cesaret edemedim. Eskiyi terk ederek hem maneviyatın uçsuz bucaksız okyanusuna hem kendi özgürlüğüme kavuşmuştum. Ailem, kitaplarım, mesleki uğraşlarım ve arada bir karşılaştığımız akraba ve insaniyetin esas alındığı dostluklarım bana yetip de artıyordu.
Yeni dostlarım ile birlikte çıkardığımız ilk dergi olan Albatros’taki başlangıç yazımın başlığı, “İdeoloji mi, hayır teşekkürler!” oldu. Beni ideolojiler değil insanlar ve insan ilişkileri ilgilendiriyor, yeni bir insan tipi ortaya çıkarmayacaksa, verilen mücadeleler beyhude geliyordu. Solculuğumun son zamanlarında da bazılarıyla birlikte “yeni insan”dan, bir “yeni insan” tipi hedeflenmeyecekse mücadelenin beyhudeliğinden bahsediyorduk. Ama diğerleri yeni insanı gerçekleştirmeme gerekçesi olarak “düzen” diye bir günah keçisine sahiplerken ben giderek yeni insan için manevi bilincin ve ahlaki dönüşümün zorunluluğuna inanmaya başladım. Sonunda asıl devrimci olanın “ahlak” olduğu noktasına geldim.
Solculuk zamanlarımdaki siyasi düşüncelerimin etkisini ise uzun süre hissettim. Devleti egemen sınıfların baskı aygıtı olarak gören anlayışım, ilk vazgeçtiğim düşüncemdi. Devlet, pekâlâ milletin kolektif aklının, organizasyon gücünün bir tezahürü de olabilir, sanılan aksine egemen sınıflara karşı ezilenlerin haklarını savunmaya girişebilirdi. Manevi alanda açılan pencere, beni kısa sürede tarih ve gelenek ile barıştırdı. Osmanlı, gözümde çok büyüdü. Türk tarihine ilgim, Türklüğümle övünmemi sağladı. Ama solculuktan kalma etnik meselelere ve anadile olan duyarlılığım, kavmiyetçiliğe karşı çıkan dini hassasiyetle birleşerek hep devam etti, bu sayede milli hissiyatımı adalet terazisine koyabildim.
Devlete ve tarihe bakışım, emperyalizme kapitalizmin en üst aşaması olarak gören eski görüşlerimi de ortadan kaldırmak yerine pekiştirmişti. Lenin, haklıydı ama teorisi, Batı için geçerliydi. Osmanlı’yı ve Doğu’yu esaret altına aldığı yetmiyormuş gibi Batı’nın iç-çelişkileri dünyayı iki büyük dünya savaşı dehşeti ve yıkımıyla yüz yüze bırakmıştı. Emperyalizme karşı mücadele azmi, benim hala en güçlü siyasi motivasyonum... İktidarda kim olursa olsun, sonuna kadar ülkemin yanındayım ve her zaman Türkiyeciyim.
1990’larda siyasi görüşlerimi artık “gelenekselci liberalizm” olarak formüle ediyor, din, devlet ve tarih bağlamında gelenekselci, insanlık, özgürlük ve demokrasi için yapılan tüm çabaları sahiplenme anlamında “liberal” olduğumu söylüyordum. Demokrasiyi özellikle Müslüman toplumlar için büyük bir fırsat olarak görüyordum. Kavmiyetçiliği, mezhepçiliği, cemaatçiliği, fırkacılığı aşmak, çeşitli Müslümanlık anlayışlarının ve siyasi programların özgürce yarışmasını, farklılıkların barış içinde bir arada yaşamasını sağlamak için bir fırsat… Sadece onlar değil resmi ideoloji ve yukardan aşağıya organize edilmiş piramidal oligarşik eski nizamı içeriden değiştirmek, milletin potansiyellerini, ihtiyaç ve taleplerini esas alan bir yönetim kurmak için de demokrasi vazgeçilmezdi. Ama tüm bunları gerçekleştirebilmek, medeniyet perspektifli bir siyasi programı hayata geçirebilmek için milletin organik aydınlarına, onların rehberliğine ihtiyaç vardı. Ve siyasi liderliğin bu topraklardaki ehemmiyeti diğer her yerden çok daha baskındı. Asli ihtiyaçlardan biri de yürüyünce arkasından milletin yürüyeceği karizmatik bir liderlikti. Demokrasi ancak millete dayalı olarak aşağıdan yukarıya inşa olabilirdi.