Zaman algımız, yaşadığımız kültürün kodlarına, yaşımıza ve o sıradaki halet-i ruhiyemize bağlı. Modernliği ve kadim zaman algımıza ne yaptığını hep konuşuyoruz, konuşacağız. Yaşlıyken genel olarak zaman çok hızlı geçer. Bunda menzili maksuda yaklaşmış olmamızın yanı sıra, yaşadığımız pek çok olayın, sürdürdüğümüz bağlılık ve ilişkilerin fazlalığının payı var. Gençlerde ise zaman, çoğunlukla geçmek bilmez. Bunun nedeni de oturmuş bir kimlik algımızın, belirli yerleşik ideallerimizin bulunmaması olsa gerek. Gençken sıkıntılı ve bir hayli kendimize çakılı oluşumuzun payını da buraya ilave etmeliyiz…
Yeni duyduğum, “aşık olana su gibi gelirmiş zaman, korkana ve üşüyene yıl gibi” sözünün sebebi ise halet-i ruhiyemizin zaman algımıza etkisi... Mutluluk, dikkat ve iş yoğunluğu nedeniyle varoluşumuz “an”dan taştığında, zamanın nasıl geçtiğini bilemeyiz. Sanki o vakitler zaman atının üzerine binmiş, dörtnala koşuyor gibiyizdir. Ama sıkıntılı vakitlerde zaman bizi içine çeker, bir türlü geçmek bilmez.
Zaman algımızın belirleyicileri arasında, çoğu zaman fark edilmese de, kişiliğimiz de var. Bence hayatı ve insanları olduğu gibi zamanı algılamamızda da etkisi çok büyük kişiliğimizin. Başını kaşıyacak vakti olmayanlar, sürekli işlerini erteleyip duranlar, şimdi ne yapmalıyım diye kukumav kuşu gibi düşünenler, bir türlü bir işte sebat etmeyen maymun iştahlılar... Bunlar durduk yerde değil, kişilikleri yüzünden bu haldeler, o yüzden zamanı böyle algılıyorlar. Her yere kişiliğinizi de götürüyoruz, her işi onun tezgahında kuruyor ve yapıyoruz. Neyse bunlar bildiğimiz ama çoğu zaman elimizden bir şey gelmeyen şeyler. Biz yine yaşadığımız zamanların, modernliğin zaman algımıza etkisine gelelim…
Her şeyin çalışma, üretim ve tüketim ölçeğinde ele alındığı, “boş zaman”ın işten kalkarak tanımlandığı bir devirde yaşıyoruz. Oysa kadim devirlerde düşünme, tefekkür etme, hayır ve hasenat işleriyle uğraşma ve ibadet bir “çalışma” olarak görülüyor, ona verilen “emek”, iş yaşamından daha yeğ tutuluyordu. Şimdiyse mesaiye bağımlıyız, doğrudan çalışma yaşamının içinde olmasak, emekli olsak dahi… Dostumuza randevuyu bile iş saatlerine göre veriyoruz. Modern işlerin tabiatı da öncekilerden çok farklı. Birçok işte tarladaki köylünün yaptığı gibi hem çalışıp hem sohbet etmek mümkün değil...
Modern devirlerde mekân ve zaman algımızı yerinden eden ikinci değişiklik, teknolojiyle birlikte gelen hız tutkusu. Kesinlikle her yere önceki zamanlarla kıyas edilemeyecek ölçüde çabucak ulaşıveriyoruz. Kimi zaman her şeyi altüst eden aksamalar, modernliğin hız idealini dinamitleyen “trafik” gibi komplikasyonlar olsa da mekan engellerini aşma konusunda üstümüze yok. Şimdi burada yarın dünyanın öbür ucundayız, marifetse…
“Ne içindeyim zamanın ne büsbütün dışında / yekpare geniş bir anın / Parçalanmaz akışında…” Böyle diyor Ahmet Hamdi Tanpınar; fevkalade anlatıyor zaman karşısındaki konumumuzu. Ama bu dizelerdeki zaman algımız, atom bombası karşısında Eski Yunan’daki atomun parçalanamayacağını sanan Demokritos gibi düşünürlerin mesabesinde. Zira zamanı da parçaladılar artık… Zaman atomlaştı. O yüzden pek sevdiğimiz Byung-Chul Han, hız döneminin kapandığını, zaman algımızın tamamen bozulduğu “diskroni” devrinin başladığını söylüyor. Hızlı ya da değil, zamanla mekanla temasımız, bir türlü eskisi olamıyor artık. Zamanla birlikte kimlikler de atomlaştı. Nasıl kâh orada kâh buradaysak, kimi zaman, orada öyle, kimi zaman burada böyleyiz.