Yabancılaşma” diye ifade etmeye çalıştığımız her ne varsa,
“öz”ümüzden yitirdiğimizi sandıklarımızla alakalı. Bu yitiriş,
modernleşmeyle çok arttı. Modern felsefe ve psikolojide kendini
gösteren “varoluşçuluk” tepkisinin zuhuratı da buna bağlı.
Varoluşçu düşüncenin kurucusu Sören Kierkegaard, akılcılığa isyan
ederken, bizi yabancılaştıran kopuşun kaynağına işaret ediyordu:
“Yabancılaşmanın temel problemi, anlamsızlık ve umutsuzluğun hüküm
sürdüğü bir dünyada, insanın kendi benine anlam yükleyebilmesi,
kendi özüne ilişkin olarak uygun bir kavrayışa ulaşabilmesi
problemidir. Yabancılaşmayı aşma ancak ve ancak inancın
sıçrayışıyla, Tanrı'ya yönelmek suretiyle mümkün olabilir.”
Kierkegaard'tan bir asır sonra, Albert Camus'un “Yabancı”sında
romanın ana karakteri Meursault da yabancılaştığının farkındaydı
ama Yaratıcı'dan kopuşla bağlantısını göremiyordu: “Yani bu işin
benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben
karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin
olunuyordu”…
Sadece Mersault değil, hemen tüm modernler, benzer hissiyattaydı;
ana kaynaktan, Yaratıcı'dan epey uzaktılar. Yaratıcı, inançlı
modernler için bile zihni bir kavramdan ibaretti, kalb ile
akledilmesi zorlaşmıştı. Olan olmuş, modernlik, varoluşumuza
çökmüştü. Kierkegaard'ın soylu isyanı duyuldu, hak verildi ama
sadece zihin düzeyinde, akılla sahiplenilebildi.
Şüphesiz inancın bu direnişi önemliydi. Bazı varoluşçu düşünürlerin
ve ruhiyatçıların, akademide yaratılış fikrinin ve dini inancın
önemine işaret etmeleri, bazılarınınsa doğrudan kopuşun kaynağına
gönderme yapmak yerine, “anlamsızlık”, “yalnızlık”, “saçma”, “ölüm
korkusu”, “özgürlükten kaçış” gibi kavramlar kullanarak akademide
tutunmaya çalışmaları, paha biçilmezdi. Ama yine de çözülme,
dağılma durdurulamıyordu…