“İnsan ayrıca medeniyyün bi’t-tab’dır. Yani yalnız yaşayamaz. (Yalnızlık Allah’a mahsus). Bir aileye, bir kavme, bir cemiyete, bir millete kendini ait hissetmek bu çerçevede doğaldır” diye yazdı geçenlerde Mustafa Kutlu ağabey. Biz de bu minval üzere analizler yaptık. İnsanın varoluşundan yola çıkarak yaptığımız önceki analizler kulağa hoş, akla yatkın geliyor ama yaşadığımız dünyada “yalnız hisseden” insanların hallerini anlamakta pek de işe yaramıyorlar. Günümüzde birçok şeyin yanı sıra “yalnızlık” da kol geziyor. Batı’da birçok apartman dairesinde insanların tek başlarına yaşadıkları, bilinen bir olgu… Yalnızlar var bu dünyada hatta yapayalnızlar…
Modern insan, önceki zamanlarda yaşayanlardan bariz biçimde daha farklı: Daha kendi dünyasına yabancı, daha diğer insanlardan hatta sevdiklerinden bile uzak, daha yersiz yurtsuz hisseden, daha umutsuz, hatta daha tabiattan uzak… Marksistler, varoluşçular, Hıristiyan ilahiyatçılar, bu yepyeni durumu fark ettiler, eserlerinde kendi bakış açılarına göre anlatmaya çalıştılar. Bir düşünür (David Bakan) modern insanın bu kendisini her şeyden yalıtık hissetmesi haline “epistemolojik yalnızlık” diye adlandırdı. Kimisi bu durumun kökenlerini Protestanlığın, kimisi kapitalizmin doğuşuna, kimisi Descartes’in bakışına, kimisi ta Eski Yunan’a kadar götürdü.
Irwin Yalom, “Varoluşçu Psikoterapi” kitabında, bir yandan “yalnızlık”ı insanın hakkını vermesi gereken temel varoluşsal konumu arasında görüyor. “İnsan olmak demek yalnız olmak demektir. İnsan olmaya devam etmek, yalnızlığımızda dinlenmenin yeni yollarını keşfetmek anlamına gelir” diyen Robert Hobson’a katılıyor. Psikoterapi hastası ise “dinlenmek” yerine “kıvranmak”tadır diyor. Bir yandan da günümüzde yalnızlık yaşantılarının insanları nasıl pençesine aldığını göstermek için ona özel bir yer ayırıyor. Bir dönem grup psikoterapilerine yoğun bir ilgi artışının nedenleri arasında yalnızlık da sayılıyor. Yalnızlık olgusunun ve hissiyatının insanlık tarihinin en çok yaşandığı zamanlarda olduğumuz kesin. Yalnızlık temalı şarkılar, filmler öyle çok ki…
Hal böyleyken insanın varoluşsal analiziyle yetinmemeli günümüze özgü, en tipik örneği Amerikan insanında bulunan yalnızlık hallerine daha yakından bakmalı, mercek altına almalıyız. Felsefenin karanlık dehlizlerinde daha fazla oyalanmadan birazcık daha ışıklı sosyolojinin, psikolojinin tünellerine gelmeliyiz.
David Riesman, daha 1950’ler Amerika’sında yalnız ve yabancılaşmış bir insan tipinin bir psikolojik rahatsızlığı değil neredeyse tüm Amerikalıları kapsayan bir olgu olduğundan bahsetmiş, onları tarif etmeye çalışmıştı. Kitabına verdiği isim bile “Yalnız Kalabalık” oldu… Riesman, günümüz insanlarının geleneksel dünyadakilerden hemen tamamen farklı olduklarını söylüyor, dünyayla sadece teknik, harici bir iletişim kurdukları tespitini yapıyordu. Bizi yalnızlaştıran bu “dışa yönelimli” yapımızdı.
Riesman’ın sosyolojik tespitlerini bizim Rollo May, “yalnız kovboy” mitolojisi çerçevesinde analiz etti. Ona göre, sayısız filmle anlatılan yalnız kovboy miti, Hollywood ve Amerikan ruh hali için ısmarlanmıştı. Amerikalılar, kovboy filmlerini tekrar tekrar izlemek için inanılmaz bir istek duyuyor, içlerindeki bir yaraya şifa olmalı ki, buna bayılıyorlardı. Amerika’da mutluluk tülü kaldırılıverdiğinde hemen herkes yalnızlıktan mustarip görünüyordu. Otobanlarda, caddelerde sanki hiç bulamayacakları bir şeyi, kendilerini kaybetmiş gibi umutsuz dolanıp duruyorlardı. Beatles şarkısı, “Tüm bu yalnız insanlar, nereden geliyorlar?” diye soruyordu.