Tamam, bu dünyada el uzatmamız gereken, başkalarıyla bağlarını her nasılsa yitirmiş insanlar, kimsesizler var, elbette onlar için uğraşıp didinelim ama bir de şu yapış yapış “yalnızlık edebiyatı” var… Yıllardır yalnızlığın berbat bir durum olduğu fikri pompalanıp duruyor zihinlerimize. Yalnızlığın böylesine kötü bir propagandaya maruz kalmasında onu içlerindeki “boşluk duygusu” ile bir tutarak sızlananların payı büyük. Olağan yaşamlarında başka insanlara hiç önem vermeyen, dolayısıyla kaygıya, sıkıntıya düştüğünde insan kardeşlerine sığınamayanların…
Enteresan biçimde yalnızlık edebiyatı yapanlar, insan ilişkisine emek değil bağımlılık penceresinden bakıyorlar. Her ilişkinin emek gerektirdiğini anlamıyor, diğer insanları yapışıverecekleri nesne gibi görüyorlar. “Çoğu modern insanın gerçeklik duygusu konusunda, başkalarına olan bağımlılıkları, öyle bir noktaya varmıştır ki, onlar olmadan var olma hissini yitireceklerini düşünürler. Kumda akan su gibi ‘dağılacaklarını’ hissederler. İnsanların çoğu hayatlarını sürdürebilmek için başkalarına dokunmak zorunda olan körlerden farksızdır” diyor, benim pek sevdiğim Rollo May. Yalnız kalma korkumuzun temelinde kendimize dair farkındalığımızı yitirme endişesi olduğunu, uzun süre etrafımızda bizi dinleyecek birisi bulunmadığında, hiç olmazsa bir radyo sesi algı dünyamızı doldurmadığında kendimizi boşlukta hissettiğimiz düşünüyor. Sürekli yalnızlıktan yakınıp duran, yalnızlık çığlığını reklam bürosu gibi kullananların oyununa gelmiyor. Başkaları olmadan, onlara yaslanmadan yaşamayı göze alamayan, sevgi kaçkınlarını “doldurulmuş insanlar” diyor. Hakiki yalnızlık hissinden, varoluşsal yalnızlığını fark edip olgunlaşmaya çalışanlardan ziyade yalnızlık edebiyatının ve çoğu zaman bencilce yalnız yaşamayı seçenlerin arttığını görüyor. Albert Camus da yalnızlığın aşılmasından önce hakkıyla yaşanması gerektiğinin farkında: “İnsan, acısıyla tek başına kalmayı, kaçma isteğinin üstesinden nasıl geleceğini gerçekten öğrendiğinde, artık öğreneceği çok az şey kalmıştır” sözü onun. Velhasıl, insan varoluşuna derli toplu bir bakışımız olmaksızın yalnızlık olgusunu tam olarak anlamamız imkânsız.
Modern dil ve düşüncenin kendisi, neredeyse varoluşumuzu tümden kavramak için baş engel. “İnsan ve çevresi”, “insan ve kültür”, “insan ve tabiat”, “insan ve toplum” diyoruz mesela. Sanki insan bunların hepsinden müteşekkil, insan tabiatın bir parçası, kültürü ve toplumu yapan insan değilmiş gibi… İnsan, her zaman somut bir bütünlük içinde ama farklı kipliklerde yaşıyor hayatını.
Varoluşumuzun ayna anda var olan üç değişik boyutu var. Bunlardan ilkine “etrafımızdaki dünya” diyebiliriz. Kastettiğimiz, çevremizdeki nesnelerin, tabiatın dünyası. Maddi bedenimizden ayrı olarak biyolojik dürtülerimiz, içgüdülerimiz diğer canlılarla ortak olan yanlarımız bu dünyanın içinde. “Etrafımızdaki dünya” yanımız, tamamen tabiat kanunlarına ve doğum-ölüm, uyku-uyanıklık, arzulama-ferahlama gibi döngülere bağlı bir çerçeveyle mukayyet. Bilinç ve irade, buranın katı sınırları içinde pek bir işe yaramıyor.
İkinci dünyamızın temelini ise diğer insanlar oluşturduğundan ona “paylaşılan dünya” desek yeridir. Söz konusu olan insanlar, topluluklar, ilişkiler ve bağlar. Toplumsallığımızı bu yanımızla ifa ediyoruz. Birinci dünyamızdaki fizik ve biyolojinin kanunları kadar katı olmasa da buranın da toplumsal kurallar var. “Etrafımızdaki dünya” gibi kesin ve çerçevesi belirli değil ama buraya da uyum gerekiyor. Karşılıklı farkındalık, tercih, bilinç ve irademizle yürüttüğümüz için “paylaşılan dünya”, tam öyle olmasak bile özgür hissettiğimiz dünyadır.
Varoluşumuzun son boyutu, doğrudan doğruya bizimle ilgili olduğundan adına insanın “kendi dünyası” demek yerinde olur. Hani “bir ben vardır benim içimde” denilen, insanın kendi kendisiyle olan temasının varlık alanı burası, iç-dünyamız. Kendimizden, “ben kendim”, “özüm” diye bahsettiğimiz yer...