Yaprak kıpırdamıyor, çıt yok, beyaz kelebeğin uçuşu bile dikkat
çekiyor, ortalık o kadar sakin. Koskoca dünya dönüyor, yeraltında
fay hareketleri sürüyor, Güneş sistemi zamanın sonsuzluğu içinde
evrende, insan aklının almayacağı bir hareketlilik yaşıyor.
Ve gölgesinde oturduğum zeytin ağacının altında bir tek yaprağın,
bu satırları yazdığım taş masanın üzerine süzülerek inişi bile
adeta sessizliği bozuyor. İnanılır gibi değil. Kâinatın dev
dişlileri karşısında bir yaprak!
Şu anda bulunduğum noktada, bir iskemlede, bir zeytin ağacının
altında o yaprağın düşüşü sanki bir olay, ne garip: öte yanda
duymasam ve görmesem de dünyanın içten içe çatırdayarak fay hatları
ile, lav hareketleri ile, koskoca okyanus dalgaları ile döndüğünü
düşünmek bana imkânsız gibi geliyor.
Minnacık bir zeytin yaprağı ve koskoca bir dünya ve arkasındaki
evren! Ne büyük bir tezat. Ve bir insancık, o küçücük zeytin
yaprağı ile baş başa, onunla konuşuyor, mutlu oluyor, dünyanın
vahşi çarklarına, gürültüsüne, adeta kendi sonunu hazırlayan
yıkımına karşı inanılmaz bir yüzleşme. Beklenen İstanbul depremi,
kaçacak yer bile bırakılmamış, on binler göz göre göre
ölecekmişler, mağara bile yok!
Taş masamın üzerine süzüle süzüle inen bu minnacık zeytin yaprağı
şu anda benim için o kadar önemli ki.
Dünyamızdaki gergedan vahşetinin tersyüz edilmiş masumiyetini
temsil ediyor. Zarif, sevecen ve kötülüklerden uzak, iyi insanın,
güzel insanın, mutlu insanın bir simgesi gibi.
İnsanoğlu hep bu tezadı yaşamış, on bin yıl öncesinin mağara insanı
bile duvarlarına, bugün zarif ve heyecan verici bulduğumuz
desenleri ve resimleri işlemiş. Hem de dışarıdaki vahşi
hayvanlardan ve gökyüzünde çakan şimşeklerden korktuğu için
sığındığı mağarada bu güzellikleri resmetmiş. Bu vesile ile
“göbeklerini kaş...