2018 yazına girerken İstanbul Üniversitesi’nden, İTÜ’den,
Boğaziçi’nden, Marmara’dan belki 50, belki 60, çoğu emekli
profesör, Prof. Zeyyat Hatipoğlu’nun Fatih
Camisi’ndeki cenazesinde beraberdik.
Adeta, son 50 yılın Türkiye’yi etkileyen iktisat ve siyasetin
profesörler kadrosu, belki de ilk defa bu ölçekte toplanmıştık.
Hatipoğlu’nu çok sevenler, az sevenler, fikren karşı ya da yandaş
olanlar, herkes oradaydı. İnsan olarak çok sevilen bir hocaydı.
Mustafa Aysan’dan Atilla
Gönenli’ye, Ekrem
Keskin’den Zafer Tunca’ya son 50
yıldır çok yakından tanıdığım meslektaşlardı. Kimilerimiz sadece
üniversitede kalmış, kimilerimiz bakan, vekil, genel müdür,
danışman, hatta işadamı olmuştuk. Kısacası son 50 yılda “düşünsel
ve uygulamalı etkinlikler olarak” bu ülkenin gidişatını
etkilemiştik.
Bütün bunlar aklımdan geçerken çevremdeki dost topluluğuna elimde
olmadan konuşmaya başladım: “Sevgili dostlar, sevgili arkadaşlar,
acaba biz, kendi fildişi kulelerimizde bilinen klasik iktisadı
yarım asır boyunca öğrencilere anlatırken, kitaplarımızda yazarken,
konferans ya da şirketlerde yönetici olarak sorumluluk alırken
neler yaptık, neler yaptırdık da Türkiye’yi 2018’deki bu noktaya
getirdik?”
Fildişi kulelerimizde kendi kendimizi mi tatmin ediyorduk?
Evet, uygulamada 1961 çağdaş ve demokratik anayasamızı hazırlayan
Sıddık Sami Onar, Mümtaz
Soysal gibi akademisyenler uygar ve çağdaş olmanın yolunu
açmaya başlamışlardı: Neden 1961 Anayasası’nın devamını
sağlayamadık, 12 Mart, 12 Eylül faşist, Amerikancı ve Yeşil Kuşakçı
darbelere yeterli tepkiyi veremedik, onu durduramadık? Evet,
karşı...