https://w.soundcloud.com/player/?url=https%3A//api.soundcloud.com/trac
Camiden çıkmış, maçı oynayacağımız sahaya doğru yürürken şaşkındık. İmam gerçekten de hutbeyi kısa tutmuş, gerekçesini cemaate izah etmişti. Bizleri de dualarla uğurlamıştı. İki farklı okulun takımları dakikalar sonra sahada rakip olacaktık ama öncesinde aynı safta Cuma namazını kılmıştık. Aslında mecbur bırakılmıştık.
Çünkü İstanbul’daki okullar arası futbol turnuvasının hemen başında iki imam hatip lisesini eşleştiren Milli Eğitim İdaresi maçı da Cuma saatine denk getirmişti.
Henüz 17-18 yaşlarımızdaydık. Heyecanlıydık. İddialıydık. Yetenekliydik. Eşleşmeleri öğrenince ise “nasıl olur” demiştik. Takımı çalıştıran coğrafya öğretmenimiz vermişti haberi. İstanbul İmam Hatip ile Eyüp Anadolu İmam Hatip oynayacaktı. Üstelik, şehir genelinde tüm liselerin katıldığı turnuvanın henüz başıydı. Ancak bizi daha fazla hayrete düşüren maçın Cuma Namazı saatine verilmesiydi. Hocamıza verdiğimiz ilk tepki buna olmuştu:
- Cuma namazı ne olacak?
- Bir çaresine bakacağız.
- Nasıl bir çare bu Hocam?
- Siz maça hazırlanın, ben halledeceğim.
Ne yapacaktık, namaza mı gitmeyecektik? Aramızda konuşuyorduk. Cuma namazı ile maç saati arasına sıkıştırılmıştık. Bir arkadaşımız “Bu karar çok belli ki siyasi. Özgürlüğümüz kısıtlanıyor. Bu durumda Cuma namazı üzerimizden düşer” fetvasının verilebileceğini söylüyordu. Kafalarımız fena halde karışmıştı. Bir arkadaşımız, rakibimizden, Eyüp’ten haber getirmişti. Onlar da bizim gibi arayışlar içindeymiş. Maçı unutmuş, taktikleri, oyun dizilişini bir kenara bırakmış sistemi alt etmenin yollarını aramıştık. Nasıl olacak da Cuma namazı vaktinde hem namazı kılıp hem de maç yapacaktık?
İşte kılmıştık o namazı. İki takım aynı anda, aynı safta hem de. Meğer hocalarımız istişare etmiş ve Eyüp’teki Silahtarağa sahasının yakınındaki caminin müezzini ile görüşerek, daha doğrusu imam hatiplilerin düşürülmek istendiği çıkmazı izah ederek namazı hızlı kıldırmasını istemişlerdi.
Camiye formalarımızla gitmiştik. Şortların üzerine de eşofman, pantolon artık ne bulursak giymiştik. Cemaatin dikkatini çekmişti tabii. Hoşlarına gitmişti. Üzerimizde formalarla namaza gelmiştik. Müezzin hutbeyi bir iki dakika tutmuş, duaları hızlıca edip namazı kıldırmıştı.
İşte tempolu yürüyüşle stada yürüyorduk. Hava yağmurlu ve soğuktu. Üşüyor muyduk? Asla! İki imam hatip okulu, rakiptik ama camideki dizilişimizi bozmamıştık. Sahaya vardığımızda bizi şaşırtan bir gelişme daha vardı. Hocalarımız maç kadrolarını önceden teslim etmişlerdi ama haliyle takımlar sahada yoktu. Uzaktan görmüştük. Hakem orta sahada, yerinde zıplayarak saatine bakıyordu. Takımlardan biri ilan edilen maç saatinden sonraki 15 dakika içinde sahaya çıkmazsa hükmen yenik sayılırdı. Bu sefer iki takım da yoktu. Zaten arzulanan tam da buydu. İki takımı, iki imam hatip okulunu da turnuvadan ihraç edeceklerdi.
Sahaya adımımızı attığımızda, hakem de bize doğru geldi.
- Arkadaşlar ya turnuvaya girmeyecektiniz ya da vaktinde geleceksiniz.
- Yetiştik Hocam.
- Geç kaldınız.
- Hocam 15 dakika hakkımızı kullandık.
- Neyse maçı tehir edecektim ama madem geldiniz oynansın.
Bu arada rakip takımın kaptanı ile istişare ediyorduk. Bu adam bizi birbirimize düşürecekti. Birbirimizin oyununu bilmiyorduk. Şöyle bir karar aldık: Kim iyi oynarsa, oyuna ağırlığını koyarsa maçı kazanacaktı. Zorlamayacaktık.
Tek eksik ise taraftarsızlıktı. Sessizliğe alışamamıştık. Böyle mi olurdu imam hatiplerin maçları? Arkadaşlarımız dersleri boşaltır, okulu kırar saha kenarlarında yerlerini alırlardı.
Eyüp İmam Hatip iyi oynuyordu. Çok tekniktiler. Bizden üstün oldukları ortadaydı. Zorlamanın gereği yoktu. On dakikada bir sıfır öne geçtiler zaten. Hava soğuktu, ısınmaya çalışıyorduk bir yandan da. Bu arada davudi bir ses yükseldi yol tarafından: “Elbet bir gün öleceksin imamın eline düşeceksin.”
İşte gelmişlerdi. Hem de tıpkı bizim sahaya çıktığımız gibi. İki okulun öğrencileri omuz omuza tezahürat yapıyorlardı. Davullar, meşaleler… Tam bir tribün disiplininde imam hatip coşkusu yaşanıyordu. Golü kimin attığının ve skorun önemi yoktu.
Slogan tekti: “Elbet bir gün öleceksin imamın eline düşeceksin.”
Hakemi çıldırtmışlardı. Biz de sahada birbirimize düşmeyerek üzmüştük kendisini. Maç bitti. Üç sıfır yenilmiştik ama neresinden bakarsan bak büyük bir zaferdi. Ne Eyüp sevindi ne biz üzüldük. Sisteme, baskıya, cuntaya, tanklara çalım atmıştık. Hem de camide. Hem de Cuma namazında. Bir de sahada…
Şunu çok iyi biliyorduk. Bizden nefret ediyorlardı. Oynadığımız topu bile kıskanıyorlardı. Ama pes etmemek, yenilmemek, vaz geçmemek de bizim ruhumuzda vardı…
Bugün 28 Şubat. Üzerinden tam 28 yıl geçti. Dün gibi, belki bugünler için film gibi. Ama değil. Yaşandı bunlar. Ve daha niceleri. Hepsi kaydedilmeli, unutulmamalı, her alanda yaşanan ‘yok etme’ kavgası ve karşısındaki efsanevi direniş sürekli hatırlanmalı. Bir maç üzerinden iki imam hatip okulunun ‘toplu direnişi’ydi bu, kayıtlara geçsin istedim.