Bu hafta Foça’ya demir atıp, çocukluk ve gençlik yılları Kadıköy’de
geçmiş bir İstanbul sevdalısı olan şair Zeynep Ayşe Edirne ile
söyleşi yaptık. Geçmişte kalan, bugün de olsaydı denilen, özlemle
anılan o eski günleri anlattı bana...
“Ah Ethem Bey! Çok güzeldi altmışlı yıllarda çocuk olmak. Film
şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor o yıllar...
Sokaklarda kızlı erkekli oyunlar oynayarak geçerdi saatler. Kızlar
yollara; “Hocam, valla ders çalışacağız” diye okuldan ödünç alınan
renkli tebeşirlerle seksek daire karelerini çizerdi. “Ooo piti
piti, karamela sepeti, terazi lastik, jimnastik” diyerek tombik,
istop, yakar top, uzun eşek, kukalı saklambaç ve misket oynardık.
Doyamazdık oyuna, farkına varmazdık havanın karardığının... Sokak
lambaları yanınca sevinirdik, “Yaşasın, oyuna devaam” derdik. Ama
annelerimizin “Hadiii, akşam oldu artık, baban gelecek şimdi, gir
içeri bakiim. Yemekler de pişti, koş ellerini yıka doğru sofraya,
yeter artık” diye çığlık çığlığa bağırmasıyla kursağımızda kalırdı
sevincimiz... Dağılırdık istemeye istemeye, “evli evine köylü
köyüne, evi köyü olmayan fare deliğine” tekerlemesiyle
gülüşerek.
TELE-MİSAFİRLİK YILLARI
Akşam olur, yemekler yenir, sonra tele-misafirlik başlardı
mahallede. Yani örgüsünü dantelini, çoluğunu çocuğunu kapan
televizyonu olan evlere doluşurdu. Çaylar demlenir, çerezler
kurabiyeler hazırlanır, sinema saati beklenirdi. Adile Naşit’li,
Münir Özkul’lu filmlerde hep birlikte haval...