Hayatın özünü doğada arayan Anadolu insanları, sevgiliye
duyulan büyük aşkı da küçücük, hoş sesli bir kuşa, bülbüle
yakıştırmışlardır. Gül ile bülbül aşkı Türk halk kültürü ve
edebiyatında önemli yer tutmuş; efsanelere, şiirlere, türkülere,
şarkılara, resim ve desenlere esin kaynağı olmuştur.
Anadolu’da dilden dile dolaşan bir efsane vardır. “Eskiden
gülün rengi kırmızı değil, beyazmış. Bu beyaz gonca gül kendisi
için yanıp tutuşan bülbüle hiç yüz vermiyormuş ve her türlü cefayı
reva gördüğü deli divane âşık bülbüle, o dillere destan yüzünü
göstermekte direniyormuş. Bütün bir kışı sevgilisinin açtığı, ona
yüzünü gösterdiği anı görebilmek ümidiyle geçiren bülbül, baharda
gülün en üst dalına konup onun açacağı zamanı beklemeye başlamış.
Ama gül inat edip, bir türlü açılmıyormuş. En sonunda zavallı
bülbülü ağır bir uyku bastırmış. Dalıp da gülün açışını kaçırmamak
için günlerce ve gecelerce büyük uğraşlar veren bülbül, daha fazla
engel olamayıp dalın üzerinde uykuya dalıvermiş. Bir süre sonra
uykusundan uyanıp gözünü açtığında gülün açıldığını, o dilleri
kenetleyen, gözleri mühürleyen güzelliğini başka bir âşıkla
paylaşmakta olduğunu görmüş. Öyle üzülmüş, öyle perişan olmuş ki,
konduğu daldan kendini bırakıp büyük bir hızla düşmeye başlamış.
Düşerken gülün dikenleri yırtmış, parçalamış tüm vücudunu ve kan
revan içinde gülün dibine ulaşıp, oracıkta can vermiş. İşte rivayet
odur ki; o günden sonra bütün güller bülbülün kanı nedeniyle
kıpkırmızı açmaya başlamış.”
Halkın dilinde zenginleşen gül-bülbül aşkının, ressamlar,
şairler, bestekarlar ve yazarlar için tükenmeyen bir hazine
olduğunu düşünürsek; bu efsanevi sevdayı, hayal ürünü bir hikaye
gibi değil, doğa ve yaşam anlayışının tüm duyarlılığını yansıtan
bir fenomen olarak görebiliriz.
Gerçek hayatta bülbüllerin güllere düşkünlüğünün nedeni ise,
tomurcuklarındaki kurtçukları çok sevmeleridir.