Yıl 2002, Köyceğiz’de ılık bir sonbahar akşamı. Göl kıyısında evimin terasındayım. Mutlu, mesut bahtiyar gün batımını izleyip, rakımı yudumluyor, bir yandan da kendimle konuşuyorum; “İşte yaptın Ethem! 15 yıldır gidip geldiğin, ekosistemini araştırdığın, uluslararası çalıştaylar düzenlediğin ve aşkla bağlandığın Köyceğiz’indesin artık. Güneşin ısıttığı kızgın topraklarında okaliptüs ağaçlarının piramitler gibi gökyüzüne tırmandığı, öbek öbek adacıkların yükseldiği, kuşların koylarında dans ettiği, derelerin serap misali gözlere tablo gibi işlendiği diyarlardasın” diyorum.
Mart ayında, emeklilik yoluyla üniversiteden ayrıldıktan sonra şirketimi ortaklara bırakıp, “oralarda yapabilir miyim, eşimden, dostumdan, alıştığım her şeyden uzakta yeni bir yaşama başlayabilir miyim?” gibi kemirgen sorulara da hiç mi hiç takılmadan, Eylül ayında yüzlerce kitabımla birlikte yaşamak istediğim yere, Köyceğiz’ime göçüvermiştim...