Pratik nedenlerle Hakan Atilla’ya, ama gerçekte Halk Bankası’na ve onun da ötesinde Türkiye hükümetine karşı açılmış olan davada jüri beklenen bir karar verdi. Yöneltilen altı suçlama gerçekte iki ana tema etrafında örülmüştü: ABD’nin İran yaptırımlarını ve Hazine mekanizmasını ‘delmek’ üzere kumpas kurma ve bankacılık sisteminde bu kumpası gerçekleştirmek üzere sahtekarlık yapma… Görüldüğü üzere rüşvetle ilgili bir madde yok, çünkü o tamamen Türkiye’deki sistemin çalışma biçimi ve siyasetle bağlantısı ile ilgili. Ancak mahkemede rüşvet olayına da girildi çünkü banka sisteminde sahtekarlık suçlamasını güçlendiren bir unsurdu. *** Öte yandan rüşvet olayı Türkiye’nin kendisini savunması açısından ikilemli bir tablo ortaya koyuyor. Eğer hükümet bu yapılan işi bir siyasi karar olarak gerçekleştirmiş olsa, kimseye rüşvet verilmesi gerekmez, kimse de rüşvet talep edemezdi. Buradan hareketle yapılan suistimalin sistemik değil, bireysel olduğu tezi öne sürülebilir. Ne var ki rüşvet alanların iktidar ağının içinde olması ve olayın ABD’nin hamlesinden çok önce bilinmesine rağmen yargıdan kaçınılması, bunu ‘bireysel’ bir eylem olarak sunmayı zorlaştırıyor. İlave olarak Türkiye’de pek sözü edilmeyen ama ABD yargı kültürünü düşündüğümüzde jürinin tutumunu doğrudan etkilemiş olması çok muhtemel bir detay var: Halk Bankası ve dolayısıyla Türkiye’deki yetkililerin ABD Hazine Bakanlığı’na ‘defalarca yalan söylediği’ ve bu amaçla ‘belge ürettiği’ iddia ediliyor. Ne yazık ki Türkiye’nin buna kendisini aklayacak yeterli bir cevap verememiş olduğu anlaşılıyor. Ama bütün bunlar bir yana, bu siyasi bir dava.