Düşünün ki Batı’daki türden bir kültürel iç çatışma yaşamayan, heterojenlikle sorunu olmayan, çoğunluğu Müslüman bir toplumuz. Önümüzdeki küresel gerilim atmosferinde ‘ortada’ durabilecek, hakemlik yapabilecek nadir, belki de tek ülkeyiz. Demokrasi geleneğimiz zayıf olmasına karşın, son on beş yıl içinde olumlu yönde yapısal değişiklikler yaşamış, sistemden gelen iç direnci atlatmış, fırsatçı yapılanmaları bertaraf etmiş, bu tarihsel dönemeci göreceli olarak çok az hasarla geçmişiz. Bu meyanda toplum içindeki kültürel cemaatlaşme eğilimleri eprimiş, kültürlerarası melezleşmenin önü açılmış. . . Genç nüfus ve genişleyen orta sınıfıyla küresel dinamiklere kendi irademiz ile dahil olmuşuz. Kamu yönetiminde ekonomik ve sosyal planda evrensel standartlar benimsenmiş, kamusal alan bir bütün olarak genişlemiş, rasyonel bakış her alanda hakim olmaya başlamış… *** Bütün bunlar olurken iktidarda tek bir parti bulunmuş ve o parti hem devletin ideolojik anlayışına, hem de sistemin irrasyonel savurganlığına direnerek demokratik bir karar mekanizması kurmayı, bunu toplumdan aldığı destekle sağlam bir meşruiyet zeminine oturtmayı becermiş… Bu noktadan sonra o ülkede yeniden otoriterleşme ve popülizm bekler misiniz? Herhalde beklemezsiniz… Çünkü otoriterleşme ve popülizm tam da söz konusu partinin var oluş nedenlerinin karşısında olan zihniyeti ifade ediyor. O parti bu mücadele içinde kendisini topluma ve dünyaya göstermiş, ideoloji olarak, söyleminde ve eyleminde yerleşik sistemin tam tersi bir duruş sergileyerek rüştünü kanıtlamış. Otoriterliğe ve popülizme kaymanın doğrudan bu partinin aleyhine olacağını öngörmek için siyaset bilimci olmak gerekmiyor… Böyle bir kaymanın orta vadede söz konusu partinin özgürlükçü ideallerine zarar vereceği, kazanılmış hakların kaybedilmesine neden olacağı, siyasi tabirle sistemin o partinin ‘işini bitirmesine’ zemin hazırlayacağı açık… Ne var ki tarihsel açıdan akıl dışı gözüken bu olay şu an itibariyle aynen yaşanıyor.