Her toplum geçmişten kalan duyarlılıklar üzerinde inşa edilmiş bir ‘normallik’ anlayışı geliştiriyor ve kendisini ‘normal’ koşullarda hissettiği zaman çok daha geniş bakışlı ve sağduyulu davranabiliyor. Bu dönemlerde bilimsel yaklaşımlar öne çıkıyor, farklı düşüncelerin kamuoyu önünde karşılaşması mümkün hale geliyor ve komplo üretme ihtiyacı ya da kolaycılığı azalıyor. Buna karşılık toplumlar kendilerini ‘anormal’ koşullarda hissettiklerinde ibre tam aksi yöne kayabiliyor. İdeolojik yaklaşımlar zihinleri ele geçiriyor, cemaatçilik ve gruplaşmalar artarken, fikir ayrılıkları insani kopuşlara neden oluyor ve komplo teorilerine teveccüh yükseliyor. *** Bu anlaşılır bir durum… İnsanlar belirsizlik ve istikrarsızlığı tehdit olarak algılamaya eğilimli oldukları ölçüde savunmaya geçme, suçlayacak birini bulma ve yaşananları kesin şekilde açıklayacak bir anlatıya kapılanma ihtiyacı duyarlar. Nitekim göçmenlerin entegrasyonunu beceremeyen Batılı yönetimlerin İslamofobiye alan açması ve bunun halkta karşılık bulan bir siyasi popülizme dönüşmesi hiç de şaşırtıcı değil. Aynı şekilde Gezi olaylarından bu yana ülkenin normalleşmesinde zorluklar yaşanır, son bir yıl içinde de iç ve dış siyasetteki sıkışma nedeniyle bu noktadan daha da uzaklaşılırken, dindar muhafazakârların batı komploculuğuna meyletmesi ve bunun iktidarda karşılık bularak siyasi popülizme dönüşmesi de öyle… Her iki durumda da sorumluluk ‘dışarıda’ aranıyor ve sıradan bir yönetim ve uyum meselesinin soruna dönüşmesindeki rolümüz yok sayılıyor. Bununla da yetinilmeyip, söz konusu sorunun başkaları tarafından ‘kasten’ çıkarıldığına, hatta o başkalarının bu kötücüllüğü ‘fıtratları’ gereği yaptığına inanılıyor. Aksi halde göçmen karşıtlığından Müslüman karşıtlığına, oradan İslamofobiye geçilemez. Aynı şekilde aksi halde ABD siyaseti ile ters düşme noktasından Batı karşıtlığına, oradan Batı komploculuğuna da geçilemez… İşin ilginci bu savunmacı bakış daha ‘nötr’ addedilebilecek alanlara da sirayet ediyor.