Geçen yılın Ekim ayı içinde Başbakan Davutoğlu’nun teklifini kabul ederek başdanışman oldum. Niçin evet dediğim açık. Her şeyden önce bir aydın olarak siyasi karar alıcıları etkilemek üzere yıllardır yazmaktayım ve bir siyasetçinin benim düşüncelerimi daha formel olarak almak istemesi önemli bir imkan. İkinci olarak yirmi yıldan bu yana, AKP’nin de öncesinden başlayarak İslami hassasiyeti olan partileri destekledim, muhafazakar kesimin iç dönüşümünü, zihniyet açılımını yakından takip ettim ve bunun hayati önemde olduğunu düşünüp yazdım. Türkiye ancak kendi İslami kesiminin demokratlaştığı kadar demokratlığa yaklaşabilir ve bu sürece destek olmaktan kaçınmam mümkün değil. Üçüncü olarak ise teklif zaten çok beğendiğim, saygı ve sevgi duyduğum, samimiyetine, yüreğine ve aklına sonuna kadar güvendiğim bir siyasetçiden gelmekteydi. O nedenle hiç düşünmeden kabul ettim…
O noktadan itibaren parti içi ve dışı siyasetin daha ‘deneyimli’ ve fırsatçı aktörlerinin beni araçsallaştırma malzemesi olarak kullanma temayülü görülür hale geldi. Söylediğim sözler bağlamından çıkartıldı, cümlelerin önü arkası kesildi, içerikle ilgisi olmayan başlıklar atıldı ve bütün konuşmalarım her an kullanılabilecek bir malzeme torbasının içine atıldı. Örneğin bugünlerde revaçta olan Kılıçdaroğlu’na da danışmanlık yapıp yapmayacağım meselesi tam 5 ay önceki bir söyleşiye ait ve o zaman hiç de yadırganmamıştı. Çünkü söyleşiyi yapan gazeteci, yeni başdanışman olmuş birine diğer partilerden de bu türden bir davet gelseydi ne yapacağını sormaktaydı ve ben de nezaket dairesi içinde bir cevap vermeyi yeğlemiştim. Ama şimdi aynı cevap herhalde benim ‘aslında’ yeterince güvenilir olmadığımı ima etmek üzere pişirilip tedavüle sunulabiliyor.