Cumhuriyet’i Osmanlı ile süreklilik içinde ele aldığımızda, devletle olan ilişkimizin neredeyse bir sabite olduğunu düşünebiliriz. Her zaman bizden uzak, bizim üzerimizde, bize ne olmamız, yapmamız ve hatta düşünmemiz gerektiğini söyleyen, başa çıkılamayacak bir güç… Böyle bir güce mahkumsanız sonuçta ona rasyonellik, adillik, giderek bilgelik gibi vasıflar atfetmek istersiniz. Hele o gücü kimliğinizin ve özgürlüğünüzün koşulu olarak görüyorsanız… Öte yandan o güçle hiçbir zaman fazla yakın olmak da istemez, hayatınızı olabildiğince ondan sakınırsınız.
Söz konusu ikircikli duygu bu ülkede sivil siyasetin özelliklerinden biri oldu. İktidarlar bir yandan ‘devletle’ iyi geçinmek, ona yaranmak, onun tarafından kollanmak üzere tutum aldılar. Diğer yandan da araya mesafe koymaya, kendilerini korumaya çalıştılar. Kaçınılmaz olarak sırtımızda taşıdığımız, vazgeçemediğimiz, kaybetmekten korktuğumuz ve bu nedenle gücünü koruyan bir anomaliydi devlet...
***
Bu garip denge son on beş yılda büyük bir kriz yaşadı. AK Parti’nin iktidara gelmesi ile birlikte ülkede ‘temel çelişki’ ne Kürt meselesi ne de bir başkası oldu. Asıl çelişki ‘devlet’ ile AK Parti arasındaydı. ‘Devlet’ ideolojisi, elit yapılanması, mobilizasyon sistematiği ve bürokratik mekanizması ile sivil iktidar üzerinde vesayetini sürdürmek üzere saldırıya geçti. Bu süreçte muhalefet ‘devletten’ yana