Siyasetin bir tür spor müsabakası gibi kazanılacak ya da kaybedilecek bir alan olarak algılanmasında, demokratik kültür açısından bariz bir ilkellik var. Hayat tarzı, beklentiler, görüşler ve inançlar temelinde çeşitlilik arz eden, üstelik bunların sürekli değişebileceği bir toplumda belirli bir siyasetin ille de ‘kazanmasını’ hedeflemek, toplumun bütünlüğünü tehlikeye atar ve sonuçta bundan herkes zarar görür… Dolayısıyla takım tutar gibi siyasi parti taraftarlığı demokrasilerde pek görülmez. Oysa henüz demokrasi eşiğini aşamamış halklara baktığımızda, iç tehditleri öne çıkaran bir siyasetin geçerli olduğunu görürüz. Diğer deyişle halkın farklı bölümleri diğerlerini kendi hayat tarzları, özgürlükleri, hatta bekaları için bir tehdit olarak algılarlar. Tarihsel oluşum içinde cemaatleşmiş halklar bu durumun bariz örnekleridir ve söz konusu ülkelerde siyaset, iktidarı ele geçirme ve kendi ideolojin, kimliğin, çıkarların uğruna kullanma anlamına gelir. *** Açıktır ki Türkiye de bu ülkelerden biri… Osmanlı mirası olan kimliksel ayrışma Cumhuriyet ile daha da pekişti ve ne laik ne de dindar cenahtan toplumsal bütünleşmeyi hedef alan bir siyaset üretilmedi. Devletin olağanüstü imkanlarından ne kadar süreceği belli olmayan bir zaman aralığında yararlanma hevesi baskın çıktı. Siyasi partiler iktidar fırsatlarını devlete nüfuz etme, kendi cenahlarına rant sağlama ve ‘öteki’ cemaatlerin hareket alanını kısıtlama yönünde kullandılar. Bütün siyasi iktidarlar böyle davranıp, parti tabanları da bunu doğal karşılayınca, demokratik mekanizmaların yozlaştırılmasını artık meşru görmeye başlamıştık… Diğer taraftan laik kesimin ideolojik iflasını temsil eden 28 Şubat dönemi kapandığında, dindar cenahın önünde yepyeni bir siyaset alanının açılmakta olduğu belliydi. Küresel eğilimler, modernlik eleştirileri ve AB’nin genişleme hamlesi, Türkiye için bu yeni siyaset imkanını teşvik ediyordu.