Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana siyaset bir ‘karşıtlık’ ilişkisi olarak yaşandı. Bizdeki siyasi akımlar kendilerini kimliksel olarak farklı tanımladılar ve bunun siyasetini üretmeye çalıştılar. O kadar ki rakip bellenen kesime en sert yaklaşımı kim ortaya koyarsa, kendi cenahında kahraman olmaya da daha yakın oldu. Öte yandan bu tutumu Cumhuriyet’le başlatmak, her şeyi Kemalizm’in sırtına yükleyip onun öncesini masumlaştırmak pek de adil değil. Siyasetin karşıtlık olarak yaşanmasının geçmişini en azından Tanzimat’a kadar uzatmak mümkün... 19. Yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ise bu siyasetin çözüm üretemeyen kırılmalara doğru gittiği açık. Bu trajik maceranın arka planında yüzyıllar boyunca cemaatçi bir yapıda, devlete eklemlenerek, siyaseten sadece devleti muhatap alarak ve birbiri ile formel ilişki kurmadan yaşayabilen kimliksel toplulukların varlığı yatıyor. Sünni cemaatten başlayarak aşağıya doğru inen toplumsal hiyerarşi, hiçbiri diğerine eşit olmayan, her biri devletin akılcı ve adil himayesine muhtaç, yarı özerk kimlikler ve yaşama alanları üretmişti. Osmanlı sisteminde bu cemaatler dünyasının zamkı doğrudan devletti… Siyaset her cemaatin devletle ilişkisi içinde cisimleşiyor, bu sayede her cemaat diğerleri aleyhine alan genişletmeye çalışıyordu.