Kendilerini tarihsel olarak yenik ve mağdur hisseden toplumlarda çoğu zaman ikircikli bir ‘siyaset’ algısına rastlarsınız. Hem ‘siyaseti asıl biz biliriz’ türü bir özgüven duruşu sergilenir, hem de galiplerin aslında her şeyi masa başında kazanmış olduklarına, kötü niyetli rakiplerin oyununa gelindiğine inanılmak istenir. Bu yaklaşıma bakılırsa siyaseti iyi bilmemize rağmen, iyi niyetimizi de koruduğumuz için sonuçta yenik düşmüşüzdür. Sorun şu ki, eğer bu tespit doğru ise kendi içimizde yaptığımız siyasetin de iyi niyetli olması beklenir. Oysa kaderin garip bir tecellisi olarak, kendini yenik ve mağdur hisseden toplumların çoğunda siyaset hemen hiçbir zaman iyi niyete dayanmaz. *** Nitekim bizde de açık iletişim ve eleştirinin bulunmadığı bir ortamda herkes gerçek niyetini gizleyerek hedefe yürümeye çalışır. Hangi ideolojik kanattan olursa olsun, siyasi aktörler kendi talep ve tercihlerini diğerlerine zorlar, karşı olduğu taraflara her koşulda karşı çıkar ve ufak tavizler uğruna taktiksel kazanç ve işbirlikleri peşinde koşarlar. İşin kötüsü bu tavır bir siyasi kültüre dönüştükçe kemikleşir ve dış politikaya da yansır. Güçlüler karşısında itiraf edilemeyen bir ezikliği, zayıflar karşısında ise abartılmış güç gösterilerini teşvik eder. Olması gereken serinkanlı analizler ve anlamaya dayalı iletişim çabaları, yerini efelenmeye, hamasete, tehdide, mazeret üretmeye bırakır.