Yakın geçmişte (18 Ekim) bir yazımda Türkiye’deki tasarruf oranının “daha uzun süre sürekli ve hızlı büyüyen bir ekonomiyi ayakta tutacak seviyede” olmayacağını ve dolayısıyla küresel sermaye girdisine muhtaç olduğumuzun altını çizmiştim. Meseleyi özetleyen soru ise şuydu: “Ne yaparsak Batısı, Doğusu ve yerlisi ile küresel sermayede Türkiye’ye ilişkin uzun vadeli bir güven ve istikrar algısı yaratabilir, bunun güvencesini verebiliriz?”
Bu cümlede açıkça vurgulanmayan ama kritik bir detay var. ‘Yerli sermaye’ diye küresel sermayeden bağımsız ve kopuk bir kategori bulunmuyor. Türkiye menşeli sermayedarlar da aynen yurt dışındaki hemcinsleri gibi akıl yürütüyor ve nerede/nereye yatırım yapacaklarına karar veriyorlar. Bu nedenle ‘uzun vadeli bir güven ve istikrar algısı’ yaratma işi sadece ‘dışarıdan’ sermaye çekmek için değil, ‘içerideki’ sermayenin dışa kaçmaması için de şart.
Oysa göründüğü kadarıyla bizler meseleye küreselleşme dönemi öncesinden miras kalan bir anlayışla bakmayı sürdürüyoruz. Sanki elimizde yurt içinde yatırım yapmaktan başka şey düşünmeyen bir ‘milli’ sermayedar grubu varmış ve bütün sorun yurt dışından ek sermaye bulmakmış gibi… Ama gerçek durum böyle değil. Türkiyeli sermayedarların da önünde koca bir dünya mevcut ve oradaki potansiyelleri kullanarak rekabet dünyasında göreceli avantajlarını artırmak istemeleri çok doğal. Ayrıca bunu yapmak da zorundalar, çünkü dünya piyasasından kopuk olmadığımıza göre, söz konusu potansiyelleri kullanacak olan rakipler karşısında handikaplı durumda kalma ihtimalleri var.