Uludağ Ekonomi Zirvesi’nde Mehmet Şimşek, Türkiye’nin en güçlü tarafının geçmişte yapılmış reformlar olduğunu söylemişti. Gerçekten de bütçe açığı ve cari açığın milli gelire oranı açısından, ‘gelişmekte olan’ ülkelere kıyasla hâlâ çok iyi noktadayız. Ne var ki mesele ekonominin şoklara dayanıklılığının ötesinde, muhtemel şoklar karşısında giderek ‘daha az’ dayanıklı hale geliyor olması. Türkiye bir mirasyedi hovardalığı ile geçmiş reformların kazandırdığı avantajları harcıyor. Gelirlerin enflasyonun iki katı arttığı bir ortamda bütçe açığı, enerji fiyatlarının düşük seyrettiği konjonktürde cari açık veriliyor ve bu açıklar giderek yükseliyor… Daha yapısal bir gösterge olarak enerji ve altın kalemlerini bir kenara koyduğumuzda bile, son beş yılda ithalat ihracatın ortalama yüzde 25 üzerinde seyretmekte. *** Diğer deyişle Türkiye dünya ortalamasının üzerinde büyüyor ama bunu sağlıklı olmayan bir zemin üzerinde ve devlet zorlamasıyla gerçekleştiriyor. Aslında Şimşek durumu gayet veciz ve o kadar da ironik bir cümleyle ifade etmiş: “Yatırımlar artacak, çünkü kapasite kullanımı çok yüksek, muazzam teşvikler var. ” İyi de kapasite kullanımı yüksek ve büyüyen bir ekonomide firmaların kendiliğinden yatırıma yönelmeleri gerekmez mi? Teşvik tedbirleri aksi durumda söz konusu olmalı. Kapasite fazlasına rağmen hükümet büyümeyi hızlandırmak istediğinde, ilave avantajlar sunabilir. Ancak kapasite kullanımı zaten üst düzeyde ise niçin teşvik verilsin? Cevap Türkiye ekonomisinin yumuşak karnına işaret ediyor: Çünkü iş ve sermaye dünyası bu ülkeye kendi parasıyla uzun vadeli yatırım yapacak kadar güvenmiyor.