Yakın tarihimizle ilgili tartışmalara bakıldığında esas mukayesenin Abdülhamit ile Mustafa Kemal arasında olduğunu düşünür insan. Her ikisi de uzun dönemli otoriter iktidarlar oluşturmuştur ve bizdeki güçlü yönetici ihtiyacı bu şahsiyetlerden birini tercih etmeyi teşvik etmiştir. Oysa aslında söz konusu iki kişi siyaseti değerlendirme ve yönetme açısından birbirine benzer. Aralarındaki fark onların kullandığı kriterlerden ziyade değişen dünya koşullarından kaynaklanır. Her ikisi de Batıcıdır ama kendi kimliğini besleyerek pazarlık gücünü artırmaya özen gösterir ve bu sayede Batı’ya direnme şansı yakalar. Her ikisi de içinde yaşadıkları dünyayı doğru anlamanın ötesinde, modernist, pozitivist, hesapçı ve gerçekçidir…
***
Aslında gizli fütuhatçı modern Müslüman kimliği açısından her ikisi de tatmin edici olmaktan uzaktır. Bugün Lozan’ın ne denli yüzeysel ve tepkisel ele alındığını, Suriye’deki askeri operasyona ne tür anlamlar atfedildiğini, Moody’s gibi şirketlerin bile ‘kurtuluş savaşı’ bağlamında tanımlandığını gördüğümüzde, tatmin edilememiş bir kimliksel dürtü ile karşı karşıya olduğumuzu anlamak zor değil.
Bazılarının 21. Yüzyılın bir ‘Kürt yüzyılı’ olacağını sanmaları gibi, anlaşılan Müslümanların bir bölümü de önümüzde bir ‘geri dönüş’ yüzyılı olduğunu sanıyorlar. Aynen Enver Paşa’nın bundan bir yüzyıl önce kendine özgü bir gelecek aramak üzere ayakları yerden kopuk hayallerin peşinden gitmesi gibi…
Aslında bu eğilim hepimizin içinde var… Çünkü Osmanlı’nın dağılmasını ve parçalanmasını bir türlü hazmedemedik. Bunun doğrudan ve çok büyük ölçüde ‘kendi’ tutum ve davranışımızın sonucu olduğunu, sahip olduğumuz siyasi/ideolojik kültürün sıkışmasıyla ortaya çıktığını kabullenemedik. Dış güçlerin bu hale gelmiş bütün ülkeleri dağılmaya zorlaması bir kural. Diğer ülkelerden biri bu hale geldiğinde, biz de o ‘dış güçlerden’ biri haline geliyoruz. Nitekim Suriye yaşayan bir örnek… Bizim kendimizi kendimize nasıl anlattığımız önemli değil. Nasıl algılandığımız önemli…