Siyasetin hem ideolojik hem sosyolojik zemin üzerinde kutuplaştığı ortamlarda, her iki tarafın da nabzına şerbet veren bir oportünist gücün ortaya çıkması şaşırtıcı değil. Gülen’in başarısı aynı zamanda birkaç yüzünün olmasıydı. Türkiye’de mücadele içinde olan her iki tarafın da demokrasi ile sorunlu olmasından yararlanarak, kendisini Batı’ya bir demokrasi ve barış havarisi olarak sunmayı da becerdi.
Oysa bu cemaati yakından inceleyen veya onun tarafından taciz edilen birçok kişinin gözlem ve analizlerine de sahiptik. Hedef doğrultusunda kendisini hiçbir ahlaki ölçütle sınırlı hissetmeyebilen, muhtemel rakiplerini ya da ‘ehlileşmesi’ gerekenleri bazen en ‘vahşi’ yöntemlerle sindiren bir yapı ile karşı karşıya olduğumuzu görüyorduk. 2012’de Fidan’ın tutuklanma girişimi, hele 17/25 Aralık sonrası artık anlamama mazeretimiz yoktu. Gülen herkesin gözü önünde dört aşamalı bir sızma stratejisi izliyordu. Kurumlarda önce var olma, sonra yerleşme, ardından mıntıka temizliği ve nihayet hegemonya kurma aşamalarından oluşan bu organize çabanın farkında olmayan kalmamıştı. Eğitim, meslek ve evlilik gibi unsurlar cemaatsel bağımlılığı yapısallaştırarak bu ele geçirme planının başarısını garanti ediyordu. Nihayet bütün bunları çerçeveleyen bir kamu diplomasisi ve sistemden çıkışı engelleyen bir ceza mekanizması işliyordu.