Ağzından çıkanı kulağın duysun’ diye bir sözümüz var. Sanki kulağımız duyarsa ağzımızdan çıkan değişecekmiş gibi. Genelde öyle olmuyor çünkü ağzımızdan çıkanın ‘meşruiyetini’ sorgulama alışkanlığımız yok. Bilmiyorum demeyi yadırgadığımız gibi, sahip olduğumuzu sandığımız bilginin sınırlarının farkında da değiliz. Kanaatimizle bilgiyi ayırt etmeyi bilmiyoruz.
Ağzımızdan çıkan önermeler çoğunlukla neye ‘inandığımızı’ söylüyor. Ama biz onu ‘bilgi’ olarak sunuyoruz… Çünkü bizatihi ‘bilginin’ ne olduğu, nasıl elde edilebileceği, bunun zihnimizle gerçeklik arasında ne türden bir ilişkiyi varsaydığı gibi konuları neredeyse hiç idrak etmeden yaşıyoruz. Gerçeklerden bahsettiğini sanan birçok insan aslında inandığını anlatıyor. İnanmanın zaten bilmemek olduğunu bile anlamadan… Oysa ‘düşünmek’ bilmediğini idrak etmekle başlıyor ve o ancak o zaman ağzımızdan çıkana kuşku ile bakma alışkanlığı elde edebiliyoruz.
***
Bu durumu inanmayı çok istediğimiz bir gerçeklik ihtimali olduğunda bütün çıplaklığıyla gözlemlemek mümkün. Son dönemin en popüler örneği Gülenci darbe girişiminin ardında bir ‘üst akıl’ daha somut olarak ABD olduğunun bir ‘gerçeklik’ olarak öne sürülmesiydi.
Gülen’in örgüt olarak kendi gücünü pazarlamak isteyeceğini, darbeye destek almak üzere sondaj yapacağını öngörebiliriz, çünkü cemaati otuz yıldır takip ediyoruz ve bu beklentinin gerçekçi olduğunu söyleyen delillere sahibiz. Öte yandan darbe yapacakları bilgisini çok yayarak veya formel hale getirerek gereksiz risk almak istemeyeceklerini de öngörebiliriz. Bu da cemaatin tipik davranış kalıplarından biri…