Osmanlı’nın son üç yüzyılı bir Doğu ülkesini Batılı yapma uğraşı içinde geçti. İttihatçıların ideolojik ve zihni mirasını devralan Kemalizm ise bu hayali kendi misyonu kıldı. Ne var ki yürütülen pozitivist dönüşümcülük stratejisi bu topraklarda bir Batı değil, kişiliğini zedelemiş, eziklik duygusunu böbürlenerek atlatmaya çalışan, kendisini Batı’ya kanıtlama peşinde bir Doğu yarattı. Cemaatçi bir imparatorluk bakiyesini ‘millet’ kılma projesinin bedeli toplum olma imkanının elden kaçırılması ile sonuçlandı. Cumhuriyet modernlik adına baskı politikalarını kullandığı ölçüde, buna uyum sağlayanlardan oluşan bir ‘laik cemaat’ ortaya çıktı ve kadim cemaatler hiyerarşisinde en tepede yerini aldı. Yeni rejim, devletin sahiplendiği ‘laiklerin’ bilerek ya da bilmeyerek, farkında olsalar da olmasalar da imtiyaz kullandığı ve bu imtiyazlara titizlikle sahip çıktığı bir sistem oluşturdu. Diğer bir deyişle Cumhuriyet cemaatçi yapıyı pekiştirmekle kalmadı, kültürel farklılıkları ideolojikleştirdi.
***
Yapının ne denli kırılgan olduğunu anlamak için ilk otuz yılın bir diktatörlük olduğunu, mecburen çok partili hayata geçildikten sonra da irili ufaklı bir sürü darbe girişimi yaşadığımızı hatırlamak yeter. Cumhuriyet’in ‘ilelebet’ veya 28 Şubat’ın ‘bin yıl’ yaşayacağı türünden söylemler de aslında bu kırılganlığın bilinçaltına yerleştiğinin ve siyaseti taşıyan ana dürtünün ‘korku’ olduğunun göstergeleriydi. Ne var ki hep söylendiği üzere, korkunun ecele faydası yok… Zihinsel ve fiziksel açıdan uygun bir dünya konjonktürü ile birlikte, 20. Yüzyılın modernlik atılımı bir tarihsel paranteze dönüştü. Cemaat hiyerarşisinde alt statüye sahip Sünni Müslümanlar merkezi yeniden inşa etme fırsatını yakaladılar.