Modernliğin en ‘zekice’ açılımı, önce her özneyi özerkleştirmek sonra da hiçbir şeyin sadece kendisi olmadığını keşfetmek oldu. Ekonomi de önce kendine has bir etkinlik alanı olarak tanımlandı ama kısa süre içinde siyasetle ne denli iç içe olduğu anlaşıldı. Bugün hala ekonomik olayları salt kendi mantığı ve dinamiği içinde irdeleyen bir yaklaşım mevcut… Ancak güç ilişkilerinin ve kurumsal yapının özelliğine bağlı olarak, ekonomik alanın siyasetten bağımsız olamayacağına ilişkin kabul çok daha yaygın. *** Türkiye gibi, ulusal servetin büyük bir oranının devlet hazinesine ait, kamu bankalarının finans sisteminde hatırı sayılır bir orana sahip olduğu ve ülkenin büyümesinin daha ziyade devletin girişim ve teşvikini gerektirdiği ülkelerde, ekonomi siyasetin doğrudan takipçisi haline gelebiliyor. 2016 sonrası AK Parti iktidarı bu durumun bariz örneği. Üç nedenle… Bir, Erdoğan’ın kafasındaki projeleri bir an önce hayata geçirme isteği; iki, Erdoğan’ın ekonominin nasıl yönetilmesi gerektiğine ilişkin sabit tercihlere sahip olması; üç, Erdoğan’ın önümüzdeki her seçimi kazanmak zorunda olduğunu bilmesi… Bu unsurlar birbirini besleyerek ekonomi yönetiminin hareket alanını daraltıyor ve ekonomik öncelikler listesinin siyasetin ihtiyaçlarına göre sürekli yeniden şekillendirilmesine yol açıyor. Geçenlerde tek bir gün içinde yaşanan üç olay Türkiye’de artık bağımsız bir ekonomi yönetimi bakışının anlamlı olmadığını, ekonominin ancak siyasetin ‘peşinden’ giderek mıntıka temizliği ile yetinmek durumunda olduğunu ortaya koydu. Önce ‘milli arabayı’ üretecek iş adamlarının bir araya getirildiği ve protokol imzalarının atıldığı toplantıya tanık olduk, ardından Ekim ayı enflasyon rakamları açıklandı, sonrasında ise Erdoğan Irak ve Suriye’deki tüm terör yuvalarının kimseden izin almadan imha edileceğini ilan etti. İlk bakışta bu olgular arasında ilişki yokmuş gibi gözükebilir. Özellikle terörle savaş beyanının ekonominin dışında, ‘milli siyasete’ ait bir konu olduğu düşünülebilir.