Türkiye farklılıkların doğal sayıldığı ‘normal’ bir ülke haline gelemiyor. Çünkü gündelik hayatımızı cemaatçiliğin korunmuş alanlarında kurmakla kalmıyor, fikir dünyamızı da içinde bulunduğumuz cemaatin ideolojik çerçevesi ile sınırlıyoruz. Bu yapılanma onu teşvik eden bir zihniyetle birlikte yürüyor. Bir tarafta ataerkil muhafazakâr dindarlar, diğer tarafta otoriter zihniyetin takipçisi laikler… Sorsanız biri İslam’ın adalet anlayışının, diğeri solun özgürlükçülüğünün bayraktarı olduğunu söyleyebilir ve savundukları fikriyatın ideal halinin kendi zihniyetlerini ifade ettiğini sanabilirler. Oysa zihniyet söz konusu fikirlerin çok daha derininde yatan bir algılama, anlamlandırma ve tepki verme paradigması. Nitekim relativizmden hiçbir zaman hoşlanmadık, çünkü bizdeki radikal duygusallığı ‘kesmedi’… Demokratlığın ise lafı hoşumuza gitti, ama ne olduğunu bile henüz idrak edemedik. *** Mesele hâlâ iyi ve doğruyu kategorik olarak kendi bakış açımızın çizdiği sınırlara mahkum etmemiz ve ‘ötekileri’ kötü ve yanlışın sorumlusu olarak görmek isteyip, öyle de tanımlamamız. Her iki taraf da böyle davrandığı ölçüde, içsel çatışmanın siyaset alanında ‘çözülmek’ durumunda kalması kaçınılmaz… Ne var ki tarihsel ve kültürel bir yoğunluk içinden günümüze gelen bir çatışmanın, söz konusu egemen zihniyetler bağlamında çözülmesi mümkün değil… Nitekim siyasette aranan her ‘çözüm’ diğer tarafın suçlanması ve cezalandırılması ile sonuçlanıyor. Türkiye’deki darbe geleneği bu arka plan sayesinde insanların zihninde doğallaşıyor. Darbe de bu cemaatçi kavgada meşru bir araç haline geliyor ve yaşayarak görüyoruz ki bu konuda dindarla laik arasında herhangi bir fark bulunmuyor.