Toplum olmanın temel ölçütü herhalde farklılıkların varlığını sindirmek olmalı. Demokratik toplumun ruh halini de, herkesin söz konusu farklılıkların sürmesini, hatta genişlemesini olumlu bir unsur olarak görmesi olarak tanımlayabiliriz. Buna karşılık toplum olamama halinin nihai göstergesinin sosyal/siyasi grupların birbirine karşı taşıdığı iç düşmanlık, gizli nefret ve aşağılama dürtüsü olduğunu yaşadıklarımızla biliyoruz. İşler henüz bu noktaya kadar varmamışsa, çözülmenin ya da bir türlü toplum olamamanın en sağlam ölçütü duyarsızlık oluyor… *** Bir ülkede sosyal/siyasal gruplaşmalar hızla katılaşıyor ve kendilerini diğerlerine uzak hissedip dertlerine kayıtsız kalıyorsa, o halkın manevi bir çözülmeye doğru gittiğini öne sürmek yanlış olmaz. Bu ülkelerde ‘milli’, yani herkese şamil olanı üretmek genellikle tek bir tarafın tekeline geçiyor. Sosyal grup ve kimlikler arası etkileşim asgari düzeyde olup, yararsızlık bir yana, her iki cenah tarafından da zararlı görülüyor. Çatışma duygusunun yükseldiği dönemlerde ise, etkileşimin kendisi bir tür hıyanet ve komplo girişimi olarak algılanıyor. Türkiye’de de en yaygın duygu hangisi diye sorulursa, benim yanıtım bunun duyarsızlık olduğu… Belirli konuları kendi ideolojimiz ve kimliğimiz üzerinden ‘millileştirip’ onlara ‘aşırı’ duyarlılık göstermemizin nedeni de aslında ‘ötekilere’ karşı aynı derecede ‘aşırı’ duyarsız olmamız. Darbeler bu durumu meşrulaştıran bir unsur… Sonuçta başarılı olsa da olmasa da, her darbe girişimi sonrası toplumsal duyarlılık sekter bir görünüm arz ediyor ve insanlar genel duyarsızlığın gölgesine sığınarak ‘ötekilere’ karşı bir anlamda kabuk bağlıyorlar. Bunun doğal uzantısı nesnelliğin anlamını yitirmesi, kategorik suçlama, dışlama ve cezalandırma isteğinin, bir anlamda linç kültürünün sıradan algı, duruş ve değerlendirmelerin parçası haline gelmesidir.