Ulus devletler dünyasına geçilmesi ile birlikte toplumların sadece ortak hafızası yeniden inşa edilmedi, her ‘milletin’ kendi ayırt edici niteliklerine, giderek kendi ‘fıtratlarına’ ilişkin bir ‘biricik’ olma duygusu yaratıldı. Devletleri yönetmekte olan kadrolar ve onları kuşatan sosyolojik ve ideolojik zümreler, ‘millet’ yaratmanın ne kadar elverişli bir yönetim aracı olduğunu hızla kavradılar. Bir toplum kendine özgü ve başka hepsinden farklı bir ‘millet’ olduğuna inandığında, tehdit ve tehlike algısı derinleşiyor, devlete bağımlılığı artıyordu. Ayrıca ‘millet’ olunduğunda ‘ortak ve kutsal değerler’ olarak ifade edilen birçok sembol adına kötü yönetimleri, özgürlüksüz ortamları, haksız uygulamaları kabullenmek daha kolay oluyordu… *** Bu açıdan bakıldığında, modernleşmenin getirdiği ‘ileri’ bir safha olarak sunulan milletleşme ve ulus devlet olma halinin, pek de ilerleme ifade etmediğini teslim etmek lazım. İmparatorluklar döneminden çıkılırken, keyfi hiyerarşiden kurtulmuş ve çoğulcu hale gelmiş bir ekonomi ve siyaset düzeni, bunu garanti eden bir hukuk anlayışı oluşturulabilse, belki de sonraki yılların savaş ve yıkımından uzak durulabilirdi. Ancak 19. Yüzyıl aynı zamanda bir küreselleşme dönemiydi ve Batıya eklemlenmiş bütün coğrafyalarda ‘bağımsızlık’ iradesi Batı tipi uluslaşma ile birleşti. Böylece her toplum veya cemaat birer ‘millet’ oldu, kendi devletini kurdu, tarihini yeniden yazdı… Ama küresel eşitsizlik ve Batının hegemonyası sona ermedi. Hatta daha sistematik, doğal ve meşru hale geldi. Doğu toplumları ve özellikle coğrafya ve kültür açısından Batıya daha yakın duran İslam dünyası, bu hegemonya karşısında iki uç nokta arasında kaldı.