İnsan davranışı alanında elde edilen bulguların belki de en çarpıcısı birbirimizi kandırma ihtimalinin olmaması. Başkaları üzerinde belirli bir intiba bırakmak üzere çeşitli taktikler izleyebiliriz ama aslında karşımızdakiler bizi gerçek halimizle tanırlar. Güç ve çıkar ilişkileri ya da çeşitli endişe ve tedirginlikler veya mahalle baskısı, ayıp kavramı gibi kimi nedenler yüzünden gerçek algılar dışarı vurulmuyor olabilir. Ama nihayette kimse kendisini gizleyemez ve başkalarını kalıcı biçimde aldatamaz. Bunun nedeni öteki kişilerde gördüğümüz özelliklerin ‘insana ait’ olduğu bilgisine içsel olarak haiz olmamız…
Dolayısıyla insanların ‘zorunlu samimiyet’ diyebileceğimiz bir
hale mahkûm olduğunu ileri sürebiliriz. Bilimsel çalışmalara göre
insanların çevrelerine ve durumlara uyum ihtiyacı zaman içinde iki
genel davranış kalıbı üretmiş. Birinde kişi çekingen, kendisini
sakınan bir ruh halinde davranıyor. Çözümü kendisini rahatlatmak,
hayatını kolaylaştırmak için arıyor, ama bunu başkalarına
benimsetmek gibi bir niyeti olmuyor. Diğerinde ise kişi kendisi
için çözüm üretmek üzere müdahale ederken, bununla yetinmeyip norm
koyucu olmaya da çalışıyor. Başkalarının da kendi önerdiği ‘doğru’
davranışı uygulamasını istiyor. Sosyal psikolojinin bulgularına
göre her iki grubun alt ‘dalları’, çeşitli ama hepsi de samimiyetle
kendisini ortaya koyan kişi tarzları var.
Ancak bunlara ilave bir davranış kalıbı, giderek karakter bütünlüğü
de mevcut. Bu kişi bir yandan kendi gerçek niyetini gizlemeye
çalışırken, çevresini ve olayları da kendi çıkarı doğrultusunda
şekillendirme peşinde oluyor… Bu kişiye oportünist deniyor.
Karşısındakine nasıl davranacağı tamamen kendisi ile o kişi
arasındaki güç dengesi üzerine oturuyor. Eğer bir şekilde ‘astı’
ile muhatapsa otoriter bir yöntem tutturuyor, gücünü her fırsatta
gösteriyor ama örneğin eksik bilgi vererek karşısındaki kişinin
kendisine bağımlı hale gelmesini sağlıyor. Eş düzeyli kişilerle
muhatap olduğunda ne kazanıp ne kaybedeceği muhasebesi yapıyor,
karşılıksız bir şey vermemeye çalışıyor, rakiplerini oyun dışına
itmek için yalan söyleyebiliyor, fitne sokabiliyor ve manipülasyon
yapabiliyor. ‘Üstleri’ ile muhatap olduğunda ise yaltaklanıyor, ‘ne
kadar müthişsiniz beyefendi’ klişesi çevresinde bir edebiyat
üretiyor, pohpohlamalarını kendisini küçültecek raddeye kadar
sürdürmekten gocunmuyor. Giderek müptezelleşmeyi bir zül olarak
değil, stratejik bir kazancın gereği olarak sahneye
koyuyor.
Oportünistlerin peşinde oldukları şey bir güçlü kişinin ardına
gizlenerek dizginleri elde tutma isteği oluyor… Pek azı da bizzat
birinci adam mertebesine kadar çıkabiliyorlar. Korktukları şey ise
afişe olmak, gerçek niyetleriyle tanınmak… Birçok oportünist
niyetlerini saklı tutmayı becerdiğini sanarak yaşıyor. Bunu
beceremediğini hissettiğinde ise sinip gizlenmekle daha ‘cesur’
olmak arasında gidip geliyor.