Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde yapılan referandum hem bölünme korkularını, hem de fetih hevesini pekiştirdi. Olası bir Kürt devletini Türkiye’yi ‘kuşatma ve parçalama’ stratejisinin parçası olarak okuyanların, aynı zamanda Kerkük ve Musul üzerinde hakkımız olduğundan hareketle Irak’a müdahaleyi meşru göstermeye çalışmaları, meselenin psikolojik zeminini de ortaya koyuyor. Bize ait olması gereken toprakların haksız şekilde elimizden alındığına inanılması, bugün aynı haksızlığa yine maruz kalabileceğimizi akla getiriyor. Ancak başkalarının da aynı haksızlıkları kendileri için hissedebilecekleri ve şimdi bunun karşılığını almaya kalkabilecekleri idrak ediliyor… *** Bu karmaşık ruh halinin en önemli sonucu Kürtlere bizatihi kendileri olarak bakmaktan uzaklaşmamız… Kürtlere ‘kardeş’ diyor ama en tehlikeli düşmanmış gibi bakıyoruz. O denli ki, bağımsızlık arayışını Haşdişabi- Esat-Hizbullah ekseni üzerinden Ortadoğu yereline hakim olan İran’ın emellerinden bile daha tehlikeli buluyoruz. Çünkü kendi ülkemizde Kürtlerle eşit olamadığımız ve bunu pek de istemediğimiz için, kendi Kürtlerimizden emin değiliz. Sonuçta Türkiye’ye zarar verecek bir dış politikaya kaymış durumdayız. Türkiye, siyasi tutumu ne olursa olsun, yanı başında hiçbir Kürt oluşumu istemediğini bu vesile ile beyan etmiş oldu. Dolayısıyla soru şu: Irak’ta bir iç anlaşma olur ve bir Kürt devletine doğru gidiş başlarsa Türkiye ne yapacak? Bu noktada Türkiye’nin Irak’a müdahalesine zemin arayanlar 1926 Ankara Antlaşması’nı gündeme getirdiler. Ardından 1946 Ankara Antlaşması’nı ve 1947 Hudut Protokolü’nü hatırladık.