Doğal beklentimiz siyasetçilerin karşısına doğru ve yanlış seçenekleri konduğunda doğrunun seçileceğidir. Ama hayat aksine örneklerle dolu… Çünkü birçok tercih varsayılan hedef ve amaçlar tarafından belirlenmiyor. Olayı dışarıdan değerlendirenler siyasetteki seçenekleri irdelediklerinde genellikle ‘kurumsal’ açıdan doğru olana öncelik veriyorlar. Demokratik mekanizmaların çalıştığı sistemlerde gerçekçi bir varsayım… Ancak otoriter veya ataerkil karar alma kültürüne sahip ülkelerde söz konusu varsayım yanıltıcı olabiliyor. Kişilerin ‘kendi’ doğru veya yanlışları kurumların değerlendirmelerinden daha işlevsel hale gelebiliyor. *** AK Parti için de böyle oldu… Bütün cazibesini devletçi ve milliyetçi resmi ideoloji çizgisinden uzaklaşmakta, kamusal alanı genişleterek özgürleştirmekte ve toplumun bürokratik vesayetten kurtulmasında bulan AK Parti, bugün ilk döneminde karşı çıktığı uygulamalara geri dönüyor, bazılarını açıkça benimsiyor ve hatta bundan gurur duyuyor. Henüz iki yıl öncesinde yapılan saha çalışmaları, AK Parti’nin oy potansiyelinin yüzde 60’a doğru uzanabileceğini ortaya koymaktaydı. Muhalefetin kendisini anlamsız hale getirdiği bir ‘yeni Türkiye’ atmosferinde, kuvvetler ayrılığı ve hukuk devletini güçlendiren, kimlikler arasında nötr olabilmeyi becerebilen, Türkiye’yi dünyaya entegre eden bir iktidarın daha uzun süre yönetimde kalması şaşırtıcı olmazdı. Ancak aynı iki yılın sonunda bugün AK Parti epeyce farklı bir konuma yerleşmiş gözüküyor. Devletçi ve milliyetçi resmi ideolojiyi benimseyen, kamusal alanın daraltılmasını bir siyasi yönteme dönüştüren, toplumu keyfi bürokratik tasarruflar üzerinden yeniden vesayetçi ortama sokan, kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti ilkelerini kenara koyabilen, kimlikçi politikalara geri dönen ve Türkiye’nin dünyadan kopmasına zemin hazırlayan bir iktidar görünümü veriyor… Buna AK Parti iktidarı demek doğru olmaz.