Rahmetli ninem "Allah açlıkla terbiye etmesin" diye dua ederdi hep.
Bir de ara ara "kıtlık zamanı"ndan bahsederdi.
Bir kulağımızdan girer, öbüründen çıkardı.
Çoğunlukla önümüze gelen bir yemeğe burun kıvırdığımızda duyardık o sözü.
Duysak da anlamazdık.
Sonra okuduk.
Çok değil, geçtiğimiz yüzyılda yokluğun, açlığın bu toprakları dönem dönem nasıl da etkisi altına aldığını öğrendik. Tarihe, yakın tarihe ait bir bilgi olarak zihnimize kazıdık.
Bir zaman sonra anladık ki, o bilgi geçmişe, tarihe değil, bu dünyaya ait bir bilgi.
Yaşadığımız zalim dünyaya.
Açların olduğu, kıtlığın bitmediği bir dünya bu.
Bir yanda açlar var.
Öte yanda açlıktan korkanlar. Beri yanda açlardan korkanlar. Bir de açlardan haberdar olmayan, açlıktan korkmayanlar var.
İnsanın açlıktan korkması insiyaki bir haldir zannımca.
Doğadan koptukça insan, bir endüstrinin parçası oldukça açlıkla ve işsizlik birbiriyle özdeşleşiyor.
Bu da bir temelli mesele ya, neyse!
Açlık en büyük imtihan.
GüneySudan orada.
Nijerya orada.
Somali orada.
Yemen yanı başımızda.
Suriye sınırımızda.
Buralarda 2 milyona yakın çocuk açlık tehdidiyle karşı karşıya.
Bugün, şu anda, 2017'nin dünyasında Birleşmiş Milletler açlıkla mücadele için kampanya yapıyor.
Laf olsun diye!
Kısık sesle, şık bir toplantı salonunda dünya liderlerine sesleniliyor, "bir 5 milyar veren çıkmaz mı" diye soruluyor.
Ne cevap veriliyor, ne soru hatırlanıyor.
Açlar hep uzağımızda yaşıyor.
Biz öyle sanıyoruz.
O uzak, çok yakın!
Ve onlar yaşamıyor, ölüyor.