Bir vakitler uluslararası ilişkiler alanında nam yapmış
insanlara "Türkiye'yi nasıl tanımlarsınız" diye soracak olsak
alacağımız cevap belliydi.
Orta büyüklükte bir devlet!
Aynı isimler, Türkiye'nin jeostratejik öneminden bahsetmeyi de
ihmal etmezlerdi. Ne var ki Türkiye'yi her şekilde bağımlı bir
aktör olarak tanımlarlardı. Onların gözünde Türkiye, Batı
ittifakının parçasıydı!
O kadar.
Kendi ad ve hesabına hareket etmeyen, etme cesareti göstereceğine
ihtimal verilmeyen bir ülkeydi Türkiye. Türkiye'nin bu bağımlılık
ilişkisi içinde sıkışıp kalması için gayret edenler sadece Batılı
siyasetçiler değildi. Aynı zamanda silah baronları, para babaları
ve çeşitli çıkar grupları da Türkiye'yi çevrelemek ve sömürmek için
çaba sarf ediyordu.
Ne yazık ki bu süreçlerde Türkiye'de siyasi iktidar imkânlarını
kullanan birçok kişi ve kurum da bu bağımlılık ilişkisini
pekiştirmekten başka bir şey yapmadı. Belki de yapamadı.
Zira ellerindeki iktidarı Batılı müesses nizama borçlu olduklarını,
onun onay ve yönlendirmesiyle kullanabileceklerini varsaydılar.
O nedenle yıllar yılı Türkiye'de iktidarda kalmanın şartı "Batıyla
ilişkileri yürütme tekelini elinde bulundurmak" oldu. Sadece
bürokratik oligarşi değil, halkoyuyla gelen siyasiler de bunu
yaptı. Çünkü bahse konu siyasiler halkoyuyla gelseler de,
halkoyuyla gitmeyeceklerini, Batı'nın işareti ve bürokratik
oligarşinin hamlesiyle iktidarlarının yerle yeksan olacağını
biliyorlardı.