Türkiye son 15 yılda büyük bir dönüşüm yaşadı. Büyüdü. Güçlendi.
Özgüven kazandı. O günden bugüne büyük bir mücadeleye tanıklık etti
bu ülke.
Bir taraftan yıllarca devletin ve milletin sırtına yüklenen o ağır
yüklerden kurtulmak için çaba harcandı. Her şeyden önce 1993-2002
arasında devletin içine düştüğü egemenlik bunalımı aşılmaya
çalışıldı. Devleti ve milleti karşı karşıya getiren yanlış
politikalar rafa kaldırıldı. Önce zihinsel, ardından kurumsal bir
demokratikleşme sürecinin önü açıldı.
Öte yandan bu 15 yıllık süreçte Türkiye, 2001 sonrasında İslam
dünyasına karşı başlatılan küresel savaşın etkilerine en acımasız
şekilde maruz kaldı. Özellikle 2010'dan sonra Türkiye, bu küresel
savaşın hedeflerinden biri haline geldi.
Türkiye halkının, Türk milletinin siyasi iradesi hiçe sayılarak
ülkede bir yönetim değişikliği meydana getirilmeye çalışıldı. Bu
uğurda ne kadar "muhalif" unsur varsa kullanılmak istendi. Ne yazık
ki çok azı dışında Türkiye'nin muhalif unsurlarının kahir
ekseriyeti bu kirli projede kendilerini kullanıma açtı. "Tayyip
Erdoğan gitsin de nasıl giderse gitsin" diye baktı. Erdoğan
gittiğinde, yani bu ülke düştüğünde bu milletin, bu devletin nasıl
bir güne uyanacağını hiç mi hiç hesap etmedi.
Geçenlerde üst düzey bir devlet yetkilisinin ağzından bizzat
duydum. FETÖ'nün, Davos krizinden, "One Minute" olayından hemen
sonra Erdoğan aleyhine dosya tutmaya başladığını söyledi.
Esasında FETÖ, AK Parti ve Erdoğan hakkında 2002'den beri dosya
tutuyordu.
Fakat ilk defa Davos krizi sonrasında FETÖ, devletin gizli
bilgilerini pazarlayarak kendisine alan açabileceğini düşündü.
Türkiye'nin İsrail'le ilişkilerinin gerilmesini bir fırsat olarak
gördü FETÖ. İslam dünyasına karşı şer güçlerinin verdiği küresel
savaşta yarayışlı bir unsur olduğunu göstermek için bir
fırsat...
ABD'nin o güne kadar Fetullah Gülen'e yaklaşımı görece
itinalıydı.
Amerikan Federal Mahkemesi FETÖ elebaşısının yeşil kart başvurusunu
reddederken onun "kaynağı belirsiz bir ekonomik kaynağa
hükmettiğini, amacının belirsiz olduğunu" belirtmişti.