İlginç bir dönemde yaşıyoruz. Dünyada küreselleşme paradigması,
Türkiye'de ise Batılılaşma paradigması çöküyor.
Bir yanıyla bir çöküş sürecine tanıklık ediyoruz. Öte yandan hem
dünyada hem de Türkiye'de bir yeniden inşa süreci ile karşı
karşıyayız. Ne var ki arada önemli bir fark var.
Türkiye'nin yaşadığı yeniden inşa sürecinin yönü belli. Türkiye bir
yandan vesayet sisteminin tasfiyesini, öte yandan halk
egemenliğinin tesisini mümkün kılacak şekilde devletini yeniden
yapılandırıyor.
Bu süreçte içeriden ve dışarıdan kendisine yöneltilen ağır
saldırılara karşı mücadele veriyor.
Bu mücadelenin dilini ise milli birlik ve beraberlik söylemi
etrafında şekillendiriyor. Bağımsız bir dış politika ve ekonomi
politikası yürütüyor, bunu sürdürülebilir hale getirmek için
çabalıyor.
Gelgelelim küresel alanda yaşanacak dönüşümün yönü belli değil.
Küreselleşme paradigmasının yerini neyin alacağı, 1990'ların yerle
yeksan olmaya başlayan liberal dünya tasavvurunun yerine neyin
konacağı henüz açıklığa kavuşmadı.
1990'larda tarihin sonundan, Amerikan değerlerinin egemenliğinden,
ulus-devletin çöküşünden ve milliyetçiliğin anlamsızlığından
bahsedilerek yüceltilen küreselleşme paradigması bugün artık
giderek marjinalleşen bir fikir akımına dönüşmüş durumda.
Daha net söyleyelim. Geldiğimiz noktada küreselleşme paradigması
dünya siyasetindeki karşılığını yitirmiş durumda. Ufukta küresel
alanı şekillendirecek yeni bir tasavvur, liberal öğretinin yerini
alacak yeni bir söylem de gözükmüyor.
Yeni dönemde dünya ABD başta olmak üzere küresel aktörlerin
ekonomide korumacılık, siyasette popülizm ve dış politikada
acımasız bir pragmatizmle hareket edecekleri bir sürece girdi.