Sadece yaşadığımız coğrafyada değil, küresel siyasette de güç
ilişkilerinin yeniden tanımlandığı bir döneme giriyoruz.
Türkiye'nin aktörlüğünün hiç olmadığı kadar önemli olduğu bir dönem
bu.
Dünya tarihinden öğrendiğimiz bir ders var. Krizler ve kırılmalar
bazı aktörler için devasa fırsatlar anlamına gelir. Türkiye'nin son
15 yılını ben böyle değerlendiriyorum.
2000 sonrasında dünya giderek belirginleşen bir krize şahitlik
ediyor aslında.
11 Eylül 2001'de yaşanan terör saldırıları çatışma ve savaşın
merkezinde olduğu yeni bir dönemin kapılarını açtı. Terör
uluslararası siyasetin mütemmim cüzü haline geldi. Batılıların
kullanmaktan çekinmedikleri, ancak her seferinde varlığını inkâr
ettikleri, gerçek anlamda ise hiç mücadele etmedikleri kirli bir
araca dönüştü terör. Önce "istihbarat teşkilatları"nın, ardından
"düzenli ordu"ların yardım ve yataklık yaptığı, bir asimetrik savaş
unsuru olarak karşımıza çıktı.
2008 ekonomik krizi ile küresel alanda yaşanan gerilimler geniş
toplum kesimlerine yansımaya başladı. Yoksulluk, fanatizm, ırkçılık
el ele vererek büyüdü. Batı siyasetinin ve demokrasilerinin
dengesini bozdu. Avrupa ve ABD son 10 yılda bırakalım kanayan
küresel yaralara müdahale etmeyi, kendi sıkıntılarına çözüm
bulamadı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bundan 3 ay önce, bundan böyle "Türkiye hem
masada, hem sahada olacak" demişti. Bu sözün ne anlama geldiğini,
somut yansımalarının neler olduğunu hep birlikte görüyoruz.
Türkiye, bir yandan Fırat Kalkanı Operasyonu ile sahada teröre
karşı mücadele verirken, öte yandan Rusya ve İran'la birlikte
Suriye krizinin siyasi çözümüne katkı sunmak için çabalıyor.