1945 sonrası dünya düzeni büyük bir sarsıntı yaşıyor. Bretton
Woods kurumları günden güne güç kaybediyor.
Uluslararası anlaşmalar anlamsızlaşıyor.
Ulus-ötesi düzenleyici kuruluşların "yönlendirme"leri "dayatma"
olarak telakki ediliyor.
Küresel siyasette devletler arası ikili ilişkiler değer kazanıyor.
Ulus-devletlerin öncelikleri belirleyici hale geliyor.
Terör tehdidi iç ve dış politikanın merkezine oturuyor.
Neo-Kalvinist refleksler devreye giriyor, "tasarruf ekonomisi"
yüceltiliyor.
Batı'da imalat sanayii çökerken, Asya imalat sanayiinin merkezine
dönüşüyor. Avrupa'nın efsane "refah devleti" tarihe karışıyor.
Batı'da ırkçılık yaygınlaşıyor, siyasette temsil krizi ve liderlik
krizi at başı gidiyor.
Bütün bu süreçler iç içe yaşanıyor, ağır çelişkiler üretiyor.
Uluslararası ilişkiler alanı bir yandan realist, çıkar temelli
ilişkiler için yeni fırsatlar yaratırken öte taraftan gün yüzüne
çıkarılan kültürel gerilim politikaları yeni çatışma risklerini
beraberinde getiriyor.
Türkiye, bu yeni ve kaotik küresel siyaset sahnesinde bir taraftan
yeni fırsatlardan yararlanmaya çalışırken öte yandan da yeni
çatışma alanlarının oluşmasına engel olmaya, mevcut çatışmalardan
kendisini korumaya çalışıyor.
***
Bu durumun en son örneği, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Bahreyn, Suudi
Arabistan ve Katar ziyaretleridir.
Pazar günü çıktığımız bu seyahatin arkasında üç temel gerekçe
var.
Birinci gerekçe mevcut kaotik küresel ortam içinde Türkiye'nin
ikili ilişkilerini geliştirmek, ülkemizin her üç ülkeyle ticaret
hacmini artırmak.
İkinci gerekçe, Körfez ülkelerini DEAŞ, FETÖ ve PKK gibi terör
örgütlerine karşı çok daha etkin bir mücadeleye ikna etmek ve
böylelikle İslam'ı ve Müslümanları terörle özdeşleştirmeye yönelik
yaklaşımlara karşı en doğru cevabın verilmesine katkı sunmak.
Üçüncü gerekçe, ABD ve Rusya arasında kurulacak yeni dengenin
Ortadoğu'ya yönelik yansımalarını bu üç önemli Körfez ülkesiyle
müzakere etmek ve Türkiye'nin barışçıl perspektifini muhataplarına
iletmek.