2002'den bu yana AK Parti'nin iki önemli mücadelesi oldu. Bir,
siyaset sahnesinin dışına itilme çabalarına karşı koyma ve ayakta
kalma; iki, merkez partisi olmayı sürdürebilme, ülkenin bütününde
karşılığı olan bir parti olarak örgütlenebilme.
AK Parti'yi siyaset sahnesinin dışına çıkarmak isteyenler kimlerdi?
Elbette kendisini bu ülkenin gerçek sahipleri olarak gören bir grup
Batıcı azınlıktı.
Onlara göre AK Parti'nin iktidara gelişi arızi bir durumdu.
Fakat bekledikleri gibi olmadı. Erdoğan liderliğindeki AK Parti,
Türkiye'deki iktidar dengelerini değiştirdi. Halkın temsilcisi
konumundaki siyasi elitler iktidarın merkezine doğru yol aldı. Bir
grup Batıcı azınlık ise bu süreci imtiyazlarını yitirme süreci
olarak okudu.
İmtiyazlarını kaybettiğini düşünen bu Batıcı azınlık grubu, egemen
oldukları medya kanalları üzerinden AK Parti'yi sürekli meşruiyet
testine tabi tuttu.
Ana muhalefet partisini de bu yönde siyaset yapmaya teşvik etti. Bu
testin içeriği değişti, ama varlığı hep orada durdu. Bu çerçevede
kuruluşundan bugüne dek AK Parti'nin karşısına iki kara propaganda
malzemesiyle çıkıldı. Birinci kara propaganda unsuru AK Parti'nin
"gizli bir ajanda"sı olduğu söylemiydi.
İkincisi ise AK Parti'nin "yaşam tarzına müdahale siyaseti
uyguladığı" yalanıydı.
2013'e kadar AK Parti'ye muhalefet eden unsurlar, birinci kara
propaganda unsurunu esas aldılar. AK Parti'yi kuran kadroların
dindar, muhafazakâr kimliklerini gerekçe göstererek Türk siyasi
tarihinde yer yer devreye sokulan "irtica" söylemine sarıldılar,
suni bir "laiklik" tartışmasını sahaya sürdüler. AK Parti'yi ve
kadrolarını bu söylem etrafında teste tabi tutanların büyük kısmı
AK Parti'nin temel gayesinin toplumu dindarlaştırmak,
tektipleştirmek olduğunu iddia etti. Daha azınlıkta kalan ulusalcı
kesimler ise AK Parti'nin bir din-devleti kurmaya çalıştığını
söylediler.
Esasında, bu sadece bir kirli propaganda da değildi. Aynı zamanda
AK Parti'yi istim üzerinde tutmaya, onu kontrol etmeye, onun
iktidarından pay koparmaya dönük de bir stratejiydi. Nihayetinde AK
Parti, kendi kimliğini "muhafazakâr-demokrat" olarak nitelemiş bir
partiydi. Normal şartlar altında AK Parti'nin toplumun değerleriyle
uyumlu bir siyaset izlemesi, gelenek, kültür, aile ve eğitim
alanlarında kendi perspektifinden etkili projeler üretmesi gayet
doğaldı. Ancak bu kara propaganda AK Parti üzerinde bir baskı
oluşturdu.
Ne zaman ki AK Parti kendini güçlü hissetmeye başladı ve siyasetin
giderek normalleştiğini düşündü, o noktada kendi siyasi
perspektifine uygun sosyal politika adımları atmaya başladı. Bunlar
meşru, Batı'daki bir "muhafazakâr" siyasi iktidarın da attığı,
atabileceği türden adımlardı. Bu noktada devreye bir başka kara
propaganda unsuru girdi. Buna göre "AK Parti, kendisinden
olmayanların yaşam-tarzına müdahale ediyor"du! Bu söylem üzerinden
Gezi kalkışması örgütlendi. 17-25 Aralık FETÖ'cü yargı ve emniyet
darbesi bu kara propagandadan aldığı ilhamla hayata geçirildi.
Erdoğan düşmanlığı bu söylem etrafında derinleştirildi.
15 Temmuz'daki hain darbe planını devreye sokanlar yayınladıkları
bildiride bu kara propagandayı bir meşruiyet aracı olarak
kullandı.
Oysa hakikatte bunların hiçbir karşılığı yoktu. Dün de olmadı,
bugün de yok. Yarın da olmayacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın her
zafer sonrasında yeniden yeniden toplumun merkezine seslenmesi
bununla ilişkili.
Artık AK Parti bir "meşruiyet" mücadelesi vermek durumunda değil.
AK Parti'nin iktidarı bu iki mücadelenin birlikte verilmesine bağlı
olarak ortaya çıktı. AK Parti'yi gayrimeşru bir aktör olarak
göstermeye ve sistem dışına itmeye yönelik çabalar, tersinden AK
Parti'ye güç kattı.
Yeni dönemde AK Parti "toplumun merkezine seslenmek"le ilgili bir
sınav verecek. AK Parti'nin kendini yeni duruma uyarlayıp, toplumun
merkezine yönelik proje siyaseti üretme noktasında çok daha yoğun
çalışması gerekecek. Bu da yeni AK Parti'nin yeni imtihanı.