Din büyüklerinin sözlerinin bağlayıcılığını konuşmuşken birkaç cümle daha söyleyip konumuza öyle geçelim:
İnsanlar ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, Resulüllah dışında hiç kimsenin söyledikleri tartışmasız din değildir ve önemli olan insanlara bizim verdiğimiz büyüklük değil onların Allah katındaki gerçek büyüklüğüdür. Onu da biz bilemeyiz. O halde biz Allah’ın dininden aldığımız ölçülerle hareket etmek zorundayız. Bu ölçülerin bir kısmını geçen yazımızda vermeye çalıştık. Onlara Hz. Ali’nin şu çok meşhur sözünü de ekleyelim: ‘Hakikati insanlarla tanımayın, önce hakikati tanıyın ki, insanları onunla tanıyabilesiniz’. Yani hiç kimse tek başına hakikatin her bakımdan ölçüsü olamaz. O şöyle söylüyor, şöyle düşünüyor, şöyle yaşıyor, şöyle giyiniyor, o halde doğru olan budur denemez. En nihayet o böyle diyorsa düşünmeye değer diyebiliriz o kadar.
Resulüllah dışındaki insanları konuşuyoruz. Diyelim bunların Allah katında en büyüğünün filan zat olduğunu bilmiş olalım. Bu çok büyük özellik bile onun bütün söylediklerinin doğru olmasını gerekli kılmaz. Dediğimiz gibi o bir referans olabilir ama hakikatin yegâne ölçüsü olamaz. Bu kanunu Allah elbette bilerek böyle koymuştur. Dolayısıyla mesela, Gazali diyorsa doğrudur diyemeyiz ama Gazali diyorsa doğru olma ihtimali fazladır diyebiliriz. Eğer hakikat arayıcısı isek söz onun da olsa, Kitaptan ve Sünnetten delilini bilmeliyiz. Ben bunu yapabilecek güçte değilim diyenlerimiz olabilir, ama hepimiz bunun böyle olması gerektiğini bilmek zorundayız. Avam, Gazali bunu böyle söylüyorsa ben artık bunu tartışmam da diyebilir, bunda bir sakınca olmaz, ama ilimden behresi olanlar böyle söyleyemezler. Çünkü Allah (cc) ‘Yaşayan da bir delille yaşasın, ölen de bir delille ölsün’ buyurur.
Herkesin kendine göre büyük saydığı mesela mezhep imamları, büyük müfessirler, İbn Arabi, İmam Rabbani, Mevlana, Said Nursi ve benzerleri hep böyledir. İslam’ı anlamak için bunlardan biri merkeze alınarak İslam sadece onun anlattıkları ile yeniden anlaşılıp anlatılamaya kalkışılamaz. Kişiler üzerinden İslam oluşturma fırkalaşmaya, dinin şaftının kaymasına, beşerîleştirilmesine, Hıristiyanlık’ta olduğu gibi mecrasından çıkarılmasına sebep olur. Genel manzaranın da böyle olduğunu görüyoruz. Anlamak ve anlatmak için büyük zatların bize sundukları hazır bilgilerden yararlanırız, bunlar birer nimettir, rahmettir ama onların tarihsel, ya da hakikate uygun olmayan görüşlerinin olabileceği varsayımı, diğerlerine göre daha az olsa da, hep hesaba katılmalıdır.
Aslında gerçekten büyük olan zatlar da bunun böyle olması gerektiğini hep dile getirmişlerdir, ama onları sevenler onların bu kabil ifadelerinin bir tevazudan kaynaklandığını söyler, aslında onların her şeyi bildiğini sanır ve onları hep dinin merkezine koyarlar. Tabii ki, bu aynı zamanda Resulüllah’ın merkezden çıkarılması anlamına gelir. Onların kendi şartları için doğru olan bazı görüşlerinin, bizim şartlarımızda doğru olamayabileceği de ayrı bir husustur.
Ne kadar büyük âlim olursa olsun, her insanın özel eğilimleri, ihtisas alanı, duygu dünyası, bilgi ve tefekkür kapasitesi, hatta zaafları vardır. Birisi düşüncelerinde hep mantık ve tefekkür örgüsünü merkeze alırken, bir diğeri gönül bağlarını, takvayı, hatta veraı, bir başkası daveti, cihadı ve eylemi, ya da infakı ve yardımı, bir diğeri sufiyane bir işrakı, ya da şairane bir marifeti yahut bunun tam aksine hiç esnetilemez fıkıh kurallarını ilminin, eyleminin ve hayatının kıstası haline getirmiş olabilir. Bu ve benzeri eğilimlerden birinde olan bir âlimi seven ve ona tabi olan bir mümin, İslam’ı onun söylediğinden ve yaşadığından ibaret sanırsa, diğerlerini reddeder ve onun dışındakilerin hep yanlış olduklarını düşünür. Oysa İslam bütününde bunların hepsinin yeri vardır, olmalıdır ve bunların her birinden yerinde yararlanılmalıdır. Fırından ekmek alırız, peynir için markete gideriz, giysi alacağımızda elbiseciye, çimento alacağımızda nalbura koşarız. Bir nalburu çok seven birisi her ihtiyacını ondan karşılamaya çalışırsa aç ve çıplak kalır, ya da beyaz çimentodan hamur ve ekmek yapar.