Başlık çoğumuzda modaya ya da genel kanaate uygun bir çağrışım yapmış olabilir. Yani dindar olmak istiyorsan uzlete çekil, ibadetini yap. İslam’ın ne işi var sokakta pazarda, devlette, siyasette. Din kulla Allah arasında bir şey. Sen kendine bak, kalbin temiz olsun yeter, başkasına karışma gibi… Tam da modernliğin, liberalizmin, demokrasinin istediği, hatta küresel kapitalizmin bayıldığı bir din bu. Ama Allah’ın gönderdiği dinin böyle olmadığını onu bilenler biliyor. Bir süre önce Sakarya’da Murabıt Eğitim Vakfı’nın davetiyle bu başlıkla bir konuşma yaptım. Söylediklerimin bazılarını yazmak istiyorum.
Kamusal alan nedir? Kelimelere bakarsanız kamuya ait olan yerlerdir. Kamu nedir? Ülkenin nüfusunu oluşturan vatandaşların bütünü. O halde kamusal alan herkesin ortak malı. Parklar bahçeler, yollar, nehirler, denizler, hazine arazileri… Bunların zarar görmemesi için buraları gözetip yöneten de devlet. Yani devlet bu alanın sahibi değil. Sahibi adına kâhyası. Bu kâhyalığın ofisleri diyebileceğimiz resmi daireler de yine kamusal alan sayılıyor. Öyleyse, yani resmi daireler de kamusal alan ise ve buralar, mesela sizin çiftliğinizi sizin adınıza yönetmekle görevlendirdiğiniz işçilerinizin, bu işi yaparken ihtiyaç duydukları kulübeler gibi ise oralar da sizin olmuş olmaz mı? Oysa kamusal alan deyince sanki herkesin girip çıkabildiği değil, girip çıkamadığı yerler anlaşılıyor. Tanımlarken de şöyle diyorlar:
‘Devlete ait, resmi kurumlar, resmi daireler olarak adlandırılan alanlar kamusal alandır. Kamusal alanlar halka açık, herkesin rahatlıkla girip çıkabildikleri, belli mesai saatleri içinde hizmet veren işyerleri olarak da tanımlanabilir’. Ama kamusal alana girebilmenin şartlarını da devlet belirliyor, şunlar giremez, şu kıyafetle girilemez diyebiliyor. O zaman devlet milletin görevlendirdiği kâhya değil, milletten bağımsız olarak bu alanın sahibi olan bir güç olmuş olur ve kendini, kendi oluşturduğu alanı ve kültürünü korumak için ceberutlaşır.
Böyle olunca ‘Merkez Çevre’ kavramı da akla geliyor. Kavramın mucidi Amerikalı Edward Shils imiş (ö: 1995). Her toplumun hukuku, ekonomiyi devletin ideolojisini elinde tutan, şekillendiren, koruyan siyasi bürokratik ve askeri elitleri ve bunlardan oluşan bir merkezi vardır. Onlar orayı kaptırmak istemezler. Tabii olarak kamusal alanı da elinde tutan bu merkez oraya yabancı unsurları yaklaştırmaz. Hatta din gerekli ise onu da merkez kendi oluşturur ya da mevcudu ona göre şekillendirir. ‘Bu ülkeye komünizm gelecekse onu da biz getiririz’ sözü tam da bunu anlatıyor. Merkez, dönmekte olan bir çark gibi, aykırıları dışarıya fırlatır. Onlar köylü, işçi, vatandaş, pazarcı, esnaf, pasif memur, hatta tüccar olabilirler, ama merkeze müdahale edemezler. Hatta büyük bir zengin, kapitalist, parasıyla toplumu, dolayısıyla da merkezi etkileyebilecek bir sermaye sahibi dahi olamazlar. Böyle olacak olanları da yine merkez belirler, ya da olma yolunda olanları kendisine uyarlar. O zaman merkez ağa, çevre de bu ağaya hizmet eden ırgatlar gibi olur. Shils’in söylediklerinden benim anladığım bu.
Oysa bu kavramlarla düşünecek olursak İslam hep merkezi hedef gösterir diyebiliriz. Ama onun hedef gösterdiği alana da bu anlamda merkez diyemeyiz. İdeal Müslümandan hep ön safta olması istenir. Ön safta olmanın sevabı arka saflara göre çok fazladır. Dolayısıyla İslam cami dini olmaktan çok toplum dinidir. ‘Din muameledir’ sözü buna işaret eder. Muameledir, yani din ya da dindarlık ancak her seviyede insanlar arası ilişkilerle kendini gösterir. Şöyle de diyebiliriz: Din kendini ‘kamusal’da gösterebilirse, ya da ‘merkezi’ yönetebilirse, ona kendi rengini verebilirse vardır. İşte İslam tam da böyle bir dindir. Ama önde olanlar ağa değil hizmetçidirler. ‘Bir kavmin efendisi, onlara hizmet edendir’.
Bu bir başlangıç olsun.