Kudsi ve Kutsal başlıklı yazımızdan sonra Karar’dan Asım Gültekin kardeşimiz konuyla ilgili yazdığı iki yazıdan bizi haberdar edip gönderme lütfunda bulundu. Asım Gültekin’in etimolojik meseleler hakkında ilginç yazılar yazdığını da bu vesile ile öğrenmiş olduk. Kendisine teşekkür ederim. Söylediklerinden özellikle iki noktayı bizim yazdıklarımıza ek olarak zikredeyim. Kut kelimesi, bizim de dediğimiz gibi, İslam öncesi Türkçesinde bulunmakla beraber, ‘sal’ ekiyle ‘kutsal’ kelimesi Türkçe değildir. Cumhuriyetin ilk yıllarında uydurulmuş, nesebi gayri sahih bir kelimedir. Dikkat çektiği ikinci husus; ‘Kutsal topraklara yolculuk’ gibi sloganları kullanarak Diyanet dahi bu ayırıma ve inceliğe dikkat etmemektedir ki, bu üzücü bir durumdur. Aynen katılıyoruz.
Şimdi biz devam edelim. Kuranıkerim’de ve hadisi şeriflerde insan için ‘mukaddes’ denmediğini, ama vefat eden birisi için pek çok âlimin, fakire göre tartışılır olsa da, ‘kaddesellahu ruhahu’ denebileceğini söylediklerini anlatmıştık. Bunun gibi bir de ‘kaddesellahu sirrahu’ ifadesi vardır. Sır, ruh anlamında da kullanılır. Dolayısıyla eğer sır ile ruh kastedilirse bunun da en azından o âlimlere göre caiz olacağı açıktır. Ya da içi dışı tertemiz olsun anlamında olursa yine caizdir. Ama sır ruhtan öte, ruhun ileri, gizemli ve ilahi öz taşıyan bir noktası gibi düşünülürse bunun hiçbir İslamî bilgi ile savunulması mümkün olamaz. Ta-Ha 7’den böyle bir anlam çıkarma hiçbir müdekkik âlimin aklına gelmemiş. Başka bir delil de zaten yok. Zorlarsanız çıkacağınız yer, nerede duracağınız belli olmayan karanlık bir Batınilik dehlizidir. Şer-i şerifin zahirine bağlı müminler böyle karanlık sularda balık avlamazlar.
Tekrarlayalım; Kutsal, tanrısal, tanrıdan bir özellik taşıyan, kudsi ise, mukaddes, yani şirkin her türlü şaibesinden arındırılmış olan demektir. Birincisi Şamanizm’in bir inancıdır, ikincisi ise İslam akidesidir. O halde bizde kutsal insan ya da kutsal mekân olmaz, bunda şüphe yok. Problem bu kelimelerin karıştırılmasından ileri gelmektedir. Kutsal anlamında kudsi ya da mukaddes adam da olmaz. Ancak Allah’ın kulları O’na karşı takvalı oldukları ölçüde hayatları ve bilgileri bereketlenir, ‘mübarek’ bir insan olabilirler. Onlar takdis edilmez ama onlarla teberrük edilebilir. Yani onlara yakın olma, onlarla beraber bulunma sebebiyle kişi Allah’ın kendisine de bereket vermesini umabilir. Allah’ın (cc) ‘takvalı olun ve sadıklarla beraber bulunun’ buyurmasının böyle bir anlamı olmalıdır. Bu gerçek her biri bir hikmet olan onlarca atasözümüzde ifadesini bulmuştur. ‘Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’ gibi. Ancak burada kulun önce kendine düşeni yapıp takvalı olması gerektiğine işaret edilmesi de önemlidir. Sadıklarla beraber olma ancak ondan sonra fayda sağlar. Takvalı olma, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet ederek kulun kendisini korumasıdır. Korunmayanı kimse koruyamaz.
Şimdi tasavvuftan söz edeceğimiz her yerde şu inancımızı parantez içine aldığımızın varsayılması gerektiğine dikkat çekerek devam edelim. İnancımız şudur: Tasavvuf Kitap ve Sünnet çizgisinden çıkmadıkça İslam’ın zühd, takva ve ibadet boyutuna önem vermek, tek başına ya da müteşerri bir mürşit desteğiyle tezkiye-i nefis yaparak duygularını arındırıp onları dahi Müslümanlaştırmak ve eğitmektir. Bu özellik İslam’ın özüdür ve sahabe-i kiramdan beri hep yaşanmaya çalışılmıştır. Buna sonradan tasavvuf denmiş olması bu gerçeği değiştirmez. Fıkıh, Kelam ve Mezhep kavramları da böyledir.
İmdi, kimse başından itibaren özellikle gönle hitap yöntemiyle İslam’ın yayılmasında bunca etkisi olan tasavvufa düşman olmamalıdır, ama kimse de tasavvufun gücüne sığınarak, onun zırhına bürünerek kendi gayrimeşruluklarına meşruiyet aramamalı, onları eleştirenleri ‘tarikat düşmanı’ yaftasıyla suçlayıp sindirme kurnazlığına girmemelidir. Biz Kitaba-Sünnete bağlıyız diyen tarikatlar da bu özeleştiriyi öncelikle kendileri yapmalıdırlar.
Ne yazık ki, bizim tarikatlarımızın kahir ekseriyeti Selefte zühd, takva, tezkiye ve ibadet olarak kendini gösteren anlayıştan uzaklaşmış, Bâtıni bir çizgiye kaymıştır ve bugün İslam’ın en büyük problemlerinden biri budur. Özellikle de bu ikinci uyanma döneminde kutsamaya sarılmayan, müteşerri tarikat çok azdır. Kutsama, yani önderlerinde ilahi özellikler görme, Allah’a has olan pek çok vasfı onlarda var bilme. Anlattıklarımızı göz önünde bulundurursak, bu durum onları mukaddes bilmeden de öte resmen kutsamadır.