Demiştik ki, bir ıstılah olarak ‘zan’, bilgi derecesi bakımından yüzde ellinin üzerinde bir yerde olduğu için aksine bir bilgi olmadığı sürece hesaba katılmak zorundadır.
Hadis ıstılahında haber-i vahid, bir ya da birkaç kişinin naklettiği ve sahih olmakla birlikte rivayet bakımından tevatür derecesine ulaşmayan haberdir. Böyle olunca zorunlu bilgi (zaruri ilim) oluşturmaz. Ama yaşadığımız gündelik hayatın çok azı böyle zorunlu bilgi ile yaşanır. Yaptıklarımızın kahir ekseriyet hep haber-i vahid düzeyindeki bilgilerledir. Bir arkadaşımızın arayıp, bugün toplantı var, gelmelisin demesine biz icabet ederiz. Oysa bu bir haber-i vahiddir. İşte İslam’ın iman ve amel esaslarının da çok azı zaruri bilgi iledir, diğerleri bazen kesine yakın olsa bile, yine de ihtimal olarak içinde bir zan barındırabilir. İşte İslam’ın beş şartı, imanın altı şartı diye formüle edilen şeyler zaruri ilimle sabit olan esaslardır. Dikkat edilirse ulema çok büyük bir basiretle bir insanın mümin ve Müslüman olabilmesi için, sadece bunları şart görmüşlerdir. Bunun dışında kalan, mesela: Şefaat, Resulüllah’ın Kuranıkerim dışındaki mucizeleri, kabir azabı, Münker ve Nekir’in suali, sırat, havz, mizan, insanın kaderinin anne rahminde iken yazılmış olması, Miraç ve oradaki olaylar, büyük günah işleyen müminin de cehenneme gireceği ama orada ebediyen kalmayacağı, cennetin ve cehennemin sadece hadislerde sayılan vasıfları. Aynı şekilde Kıyametin alametleri, meleklerin ve cinlerin, hatta şeytanın pek çok özelliği… Bunların hepsi haber-i vahidle sabittir. Böyle olması bunları reddetmeye, bunlara inanmamaya cevaz verir mi? İşte soru bu.
Cevaba geçmezden önce şunları da söyleyelim:
Ameli alana gelince, İslam’ın ahkâmı olarak bu alanda yaptıklarımızın, yani amellerimizin tamamına yakını haber-i vahid iledir.
Haber-i vahidle gelen bilgilerin hepsi de aynı düzeyde değildir. Zaten böyle haberlerin yüzde elli ile yüzde yüz arasında bir bilgi sağladığını söylemiştik. Bu sebeple haber-i vahidi ikiye ayırırlar: Biri; sahabeden tevatür derecesine ulaşmayan bir yolla, yani bir ya da birkaç kişinin rivayetiyle çıkmış ve öylece devam etmiş haberler. Diğeri, sahabeden bu yolla çıktıktan sonra şöhrete, ittifaka ve manevi icmaa ulaşmış haberler. İşte yukarıda saydığımız hususların hepsi bu ikinci gruptadır. Ümmetin hepsinin, ya da kahir ekseriyetinin, sevad-ı azamın üzerinde ittifak ettiği meseleler, ilk halkada haber-i vahid olsa bile, itminan derecesinde bir bilgi ifade edecekleri için bunlara inanmak, imanın aslının değilse de kemalinin şartı sayılmıştır. Yani ümmetin böyle bir ittifakını sağlamış konulara inanmayan müminleri bu ümmet tekfir etmemiş, ama derecesine göre; fâsık, dalalet ehli, bidat ehli saymıştır. Şimdi bunların söylenmesi bize ağır geliyor ama vakıa hep böyle söylenegelmiştir. Muhtemelen onlar böyle söylemekle, bunlara inanmamanın varacağı nihai nokta burasıdır demek istemiş de olabilirler.
Allahualem, bundan şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Bunlara inanmayanları tekfir etmekle, bunlara hiç inanmamak arasında sapma açısından bir fark yoktur. Mesela Miraçta olup bitenlere inanmayanlar kâfirdir demekle, onlara hiç inanmamak aynı düzeyde bir sapmadır.