Dedik ki, kadın konusunda filozoflar da Kitab-ı Mukaddes de bize doğruyu gösteremez. O halde kala kala Kuranıkerim’de ve onun açıklaması olan Sünnette söylenenler kalıyor. Ama çoğu konuda olduğu gibi bu konuda da biz anlamaya sil baştan ve yeniden başlamalıyız. Çünkü böyle meselelerde bazen örfün, zamanın ve mekânın gereklerini evrensel doğrular sanma yanılgısına düşebiliyoruz. Kuranıkerim’in açık hükümlerinde ise değişme olmaz.
Konuyu sorularla sürdürelim: Acaba günümüzde de İslam’ın ilk yıllarında, yani Mekke döneminde olduğu gibi bir tedriç yani alıştıra alıştıra ilerleme gibi bir durum söz konusu olamaz mı? İslam’ı tam anlamamış olanlar bazı hatalarında ya da eksikliklerinde mazur görülemez mi? Evet, İslam’ı tanıyan, bilen ve uygulama imkânı bulan müminler için dinin bütün hükümleri yürürlüktedir, bunda şüphe yok, çünkü böyle olanlar Medine dönemini de yaşıyorlar demektir. Onlar için bir Mekke döneminden söz edemeyiz. Ancak İslam’ın dışlandığı ve sıkıştırıldığı zaman ve mekânlarda bazı hükümlerde bir esneklik olamaz mı? Çünkü Allah insanlardan yapamayacaklarını istemiyor. Resulüllah da ashabına şöyle buyurmuş: ‘Siz öyle bir zamandasınız ki, bu zamanın âlimleri çok, nutuk atanları azdır. Bu sebeple siz bildiklerinizin onda birini bile uygulamasanız helak olursunuz. Ama öyle bir zaman gelecek ki, o zaman nutuk atanlar çok, ulema az olacak. İşte o zaman bildiğinin sadece onda birini yaşayan kurtulabilecektir’ (Tirmizî).
Sanırım İslam’ı bütün olarak bilen ve imkânı olan müminler hiçbir mazeretin arkasına saklanamazlar. Ancak bilmeyenler, ya da imkânı olmayanlar bir ölçüde mazur görülebilirler. Bunu özellikle kadınların tesettürü meselesi için söylüyorum. Tabii ki, kimse Allah’ın çizdiği sınırlardan taviz verme hakkına sahip değil, ama acaba O’nun dininin yanlışsız uygulayıcısı olan Resulüllah Efendimiz (sa) bizim görüp tehevvüre kapıldığımız bazı şeyleri görseydi nasıl davranırdı? Nasıl davranacağını bilebilmemiz de elbet kolay değil, ama bunu onun benzer durumlarda nasıl davrandığını öğrenmekle bir ölçüde bilebiliriz. O halde onun hayatını çok iyi bilmeliyiz.
Geçenlerde kendi kurumumda çalışan “tesettürsüz” bir bayan memurun öğle arası bir dolabın arkasında başörtüsünü takıp namaz kıldığına şahit olunca önce şaşırdım, sonra düşündüm; acaba günlük hayatında İslam’ın istediği asgari tesettürü uygulamayan, ama namazlarını kılan bir bayan mı daha günahkârdır, yoksa başını bağladığı halde namaz kılmayan, ya da ahlakı bozuk bir bayan mı? Soruyu erkekler için de benzer şekilde sorabiliriz.
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın sözünü hatırlatarak devam edelim:
‘Resulüllah hayatta iken vahiy gelir de bizi azarlar diye kadınlara söz söylemekten ve haksızlık yapmaktan korkuyorduk. Resulüllah vefat edince yine konuşmaya ve haksızlık yapmaya başladık’ (Buhari). Çünkü nasılsa artık vahiy gelmeyecekti. Demek ki, güçlü olan hakkı hep kendi arzusuna göre belirler. O halde hakkın yerine getirilmesi kişilere ve vicdana bırakılamaz. Abdullah bin Ömer gibi dindarlığı ve Sünnete bağlılığı ile tanınan bir sahabî böyle diyorsa bizim adaletli olamama ihtimalimiz çok daha fazladır. O halde biz eleştiriye önce kendimizden başlamalıyız. Eğer kazaklığımız hanımlarımızla karşılıklı oturup bunu yapmamıza mani ise, en azından yalnız kaldığımızda kendimizi hesaba çekebiliriz.