Konuyu tamamlayalım.
Şehitlerin gerçekte ölmediklerini, bu dünyanın sıkıntılarından uzak, nimetler içerisinde yaşamakta olduklarını Kuranıkerim söylüyor ve bu kadarını herkes biliyor (Bkz. Âl-i İmran 171-72). Demek ki, şehitler bizim bildiğimizden başka bir varlık düzeyinde hayatlarını sürdürüyorlar.
İnsanların Allah katındaki dereceleri sıralamasında önce peygamberlerin, sonra sıddıkların, sonra şehitlerin, sonra da Salihlerin geldiğini yine Kuranıkerim’den öğreniyoruz (Nisa, 69). Sıddîk, sıdk/sadakat, tasdik kelimeleriyle aynı köktendir. Çok sadık ve çok dürüst olan, peygamberi hemen tasdik eden ve hiç şüpheye düşmeden bu hal üzere yaşayan, fiili sözünü doğrulayan mümin demektir. Hz. Ebubekir bunun örneğidir. Şehid, Allah için savaşırken ölen, salih ise hal ve harekâtı Allah’ın sevdiği ve razı olduğu hale uygun olan kuldur.
Allah için yapılan savaş cihattır, ama cihat savaştan ibaret değildir. Kuranıkerim’de hep can ile cihattan önce mal ile cihattan söz edilir. Çünkü malını Allah için veremeyen, canını hiç veremez. Cihadın önemli bir aracı olan savaşa, ancak kaçınılmaz olduğunda başvurulur. Sözle ve malla cihat ise, Resulüllah’ın (sa) ifadeleriyle, kıyamete keder sürecektir. İnsanın nefsiyle, onun kötü arzularıyla olan cihadı da savaşla yapılan cihattan daha öncelikli ve daha zor bir cihattır. Bunu başaramayan diğerini başaramaz.
Savaş, dünya durdukça hiç bitmeyecektir ama Kuranıkerim’in ifadesiyle ‘müminler Allah yolunda savaşacaklar, kâfirler ise tağût uğrunda savaşacaklardır’ (Nisa/76). Tağût azgın demektir, Allah’a kafa tutan, O’nun kanunları yerine kendisini koyan kişiler ya da rejimlerdir.
Allah yolunda, iyi bir niyetle ve savaşırken ölen şehit yıkanmaz, üzerindeki kanlı elbisesi çıkarılmaz ve öylece defnedilir. Çünkü o şehadetle öyle arınmıştır ki, kimsenin onu temizlemesine ihtiyacı yoktur. Hem hakikaten hem de ona uygulanacak hükümler bakımından, yani hükmen şehit budur. Ama böyle kanlı elbisesiyle defnedilmediği halde Allah katında şehit derecesini kazanan başka şehitlerin olduğunu da yine Resulüllah (sa) haber vermektedir. Mesela ‘karın ağrısı, taun (veba, kolera, verem, kanser) göçük altında kalma, yırtıcı hayvanlarca parçalanma, suda boğulma, yanarak ölme, doğum yaparken ölme’ gibi sebeplerle ölenlerin de şehit sevabı alacağı bildirilmiştir. Bu ölümlerin şehitlik vesilesi olmasının hikmeti, Allahualem, şudur: Eskiden bunlara müptela olanların öleceği kesin görülüyordu. Bugün için kanseri düşünelim, yakalanan birisi artık adım adım ölüme gittiğini bilmektedir ve dünya onun gözünde küçüldükçe küçülmektedir. Yanı başındaki herkes hiç ölmeyecekmiş gibi yiyip içip eğlenirken o her an ölümü beklemekte ve eğer Allah’a imanı varsa günahlarını hatırlayıp onlardan sürekli bir tövbe hali yaşamaktadır. Bu hal onda günahtan eser bırakmaz ve şehit sevabına denk sevap alır. Nitekim Resulüllah’a bir gün şehidin neden kabrin fitnelerine maruz kalmayacağı sorulduğunda o şöyle buyurmuştu: ‘Savaşırken başının üzerindeki kılıç şakırtıları fitne olarak ona yeter de ondan’. Yani o ölümün ayak seslerini her an duymaktadır. Bu tür hastalıklar da böyledir. Ölümle boğuşma insanı ölmeden önce temizler. Onun için Resulüllah Efendimiz (sa) ‘lezzetleri darmadağın eden ölümü çok hatırlayın’ (Tirmizî, sahih-l) buyurmuştur. Bugün bize şehit olmanın, Allah yolunda ölmenin çok zor gelmesi, dünyaya dalmış olmamız ve ölümü hatırlamak istememizdir.