İlginç bir zamanda yaşıyoruz, her çeşidiyle medya her şeyi, her söyleneni gözler önüne seriyor. Ama hangisini seçeceğinizi de yine kendisi belirliyor, seçtiğini allayıp pullayıp önünüze koyuyor. Sizin düşünmenize, aklınızla, ruhunuzla, gönlünüzle seçmenize fırsat bırakmıyor.
İnsanın fıtratında hemen olanı, yani acili tercih etme gibi bir damar bulunduğu için de bu acelecilik, ruhun taleplerinden önce nefsin arzuladıklarını öne çıkarıyor. Gösterilenleri akıl, vicdan, iman ve tefekkür süzgecinden geçirme fırsatı bulamadan albenisi olan sözleri ve uygulamaları kabullenip almak zorunda kalıyorsunuz. Malum, televizyonculukta hiçbir karenin gösterimi birkaç saniyeyi aşmamalıdır.
İman ve ibadet meseleleri gibi reklama, dünyevileştirmeye, nefsi tüketime yeri ve tahammülü olmayan meseleler bile arzulara göre allanıp pullanıp televizyon mantığı ile pazarlanıyor. Böylece dinin imana ve öteki âleme ait olması gereken yönü, yani sabiteleri bile pazar ekonomisinin aracı kılınıyor, seç beğen al durumuna indirgeniyor. Oysa ibadetimiz nefsi arzularımızın değil, imanımızın, kalp huzurumuzun, ruhi itminanımızın konusu olmalı değil midir?
Ezanlar bir ilam/felaha çağrı olmaktan çıkıyor, kıraatler bir türlü tilavet olamıyor. Bazen müzikal sanatlara, şovlara, nefse ve nefsi olana davete dönüşüyor. Malum tilavet, izlemek demektir, yaşamak ve uygulamak için olan okuma biçimi tilavettir, kıraatten ileri bir safhadır. ‘Müminler Kurân’ı hakkıyla tilavet ederler’ ayeti bunu anlatır. Oysa din adına benimseyip yaşadıklarımızı nefsimizle değil, ruhumuzla almamız ve yaşamamız gerekir. Reklama ve sunuma değil, öze ve olması gerekene bakmalıyız. Elbette sözümüz işi en güzeliyle yapanlara değil, hamdolsun ki, böyle olanlar da var. Azınlıkta olsalar bile.
Böyle şeyleri dillendirdiğiniz zaman da ya selefilikle, ya da sanat ve incelik bilmezlikle suçlanırsınız. Çünkü meselenin gerçekten böyle iki yönü var. Biri, bugün kendilerini Selef-i salihine nispet edenlerden bazılarının sadece lafızlara takılıp, aralarda insanoğlunun doldurması için boş bırakılan yerlerde bile aklı, gönlü ve duyguları hesaba katmayan, Kuranıkerim’in el-e’râb diyerek kötülediği bedavet ruhlu insanlar. Diğeri, salt taabbudi, yani aklın fazla müdahale edemeyeceği, dünyeviliğin bulunmaması gereken iman ve ibadet meselelerini bile deruni, imani ve manevi boyutundan koparıp, dünyaya çeken, nefsin arzularına sunan, kısaca uhrevi olanı bile dünyevileştiren, nakde ve acile çeviren pazarlamacılar. Burada da işin ortasını, yani sırât-ı müstakimi bir türlü bulamıyoruz. Kayıplarımıza mı yanalım, yoksa her iki ucun saldırılarına, bir tarafın tekfirlerine, diğer tarafın tahkirlerine teslim olup susalım mı?
Bunları niçin söz konusu ettim? Fıkıhta Osmanlı’nın yüz akı olan Sivaslı Kemalüddin İbn Hümam’ın Fethü’l-Kadîr adlı muhteşem eserindeki şu ifadelerini görünce, demek ki, meselenin medyanın bulunmadığı zamanlarda bile benzerleri varmış diye düşündüğüm için. Özetleyerek alıyorum: