İleri olmakla neyin kast edildiğini bir önceki yazımızda anlattık.
Geçenlerde sosyal medyada bir resim paylaşıldı. Ayağının biri kopmuş bir gence beyin fonksiyonlarıyla çalışabilen protez bir ayak takılmış. Resmi paylaşan, altına da şöyle yazmış; bizim hocalarımız televizyonlarda sakızın orucu bozup bozmadığını tartışadursunlar, kötülediğiniz gâvurlar böyle bir cihaz yapıyor ve insanlığın hizmetine sunuyor, hangisi daha ileri?
Elbette olaya sırf böyle bir cihazın yapılabilmiş olması açısından bakarsak bu soru her iki şıkkıyla da anlamlı. Hem insanlığa böyle bir hizmet sunabilme noktasına ulaşılmış olma açısından, hem de bizim daha önemli işlerimiz varken ve de onlar için söylenmesi gerekenleri söyleyemezken sakızın orucu bozup bozmamasına takılıp kalmamız açısından. Paylaşımcı haklı, ama ona şunu hatırlatmak da anlamlıdır: Güzel de, bu teknolojiyi geliştiren bilim önce binlerce insanı bir anda öldürebilmenin araçlarını icat ediyor, sonra da sakat kalanlara böyle bir protez yapıyor. Yani bu protezin takıldığı gencin bacağını koparan da, onun gibi sağlıklı milyonlarcasını öldürenler de yine o ‘ilerlemeyi’ sağlayanlar değil mi? Bin öldürüp bir diriltme nasıl bir ilerlemişliktir?
Sakızın orucu bozup bozmayacağı meselesine gelince, bu bir fıkıh meselesidir ve böylece aslında geri kalmışlığımızın bir sebebinin de fıkıh ve fukaha olduğuna işaret edilmiş oluyor. Burada da haklılık payı var. İlginçtir, 1111'de de vefat eden meşhur Gazali ile, 1996 da vefat eden Mısırlı ilim ve davet adamı Gazali’nin her biri müslümanları geri bırakma sebebi olarak fıkıhtaki eksen kaymasının iki farklı ucundan söz ederler. Meşhur Gazali; fıkıh başlangıçta meselenin ruhunu anlama, ahireti kazanmanın yollarını bilme, nefsin hilelerinden kurtulup takvayı elde etme ve sonra da insanları kötü akıbetle uyarma/inzar etme diye anlaşılırken günümüzde (onun gününde) akdin rükünleri, şartları gibi teferruatı ezberleme diye anlaşılmaya başlandığından yakınır. Muasır Gazali de fukahanın namaz, oruç, hac gibi konularda akla hayale gelmedik detayların hükmünü ortaya koydukları halde, Müslümanların güçlü, kuvvetli olmalarının yollarını arama, ötekine karşı onurlu ve izzetli bir şekilde yaşama, adil bölüşme, fakirlikten kurtulma, dünyayı mamur etme, siyasetin kötü gidişini ve fesadı engelleme konularında yol gösterici olamadıklarından yakınır. İkisinin de doğru olduğunda şüphe yok. Fark sadece her iki âlimimizin meseleye kendi zamanı için öne çıkan yönüyle bakmış olmalarında. Bu da doğal bir şey ve dikkat çeken bir husustur ki, ‘müslümanlar neden geri kaldı?’ sorusuna cevap arayan herkes meseleyi kendi gördükleriyle ele almıştır.
Şimdi biz de aynı konuya tersinden bakalım: Müslüman için ilerleme ne demektir? Bunu kısaca; varoluş sebebini kavrama (tefekkür), varlığı ve kendini olduğu gibi tanıma (bilgi ve hikmet), varlık içerisindeki konumunun gereği neyse onu yapma (eylem/amel), bunu yaparken başkaları ona karşı çıkarlarsa onlara karşı koyabilme gücüne sahip olma, onlara medyun ve mağlup olmama (güç ve istiğna) ve bu yolda Allah’tan başka kimseden korkmama (izzet ve onur), dünyayı mamur etme, zulmü ortadan kaldırma, zalime dur diyebilme (adalet) olarak tanımlayabiliriz. Açıktır ki, bu da hem maddeten hem manen güçlü olmayı gerektirir. Bu sebeple Allah (cc) “onlara” karşı gerekli her türlü gücün hazırlanmasını emreder. Çünkü onlar size engel olmaya kalkıştıktan sonra siz bu hazırlığı yetiştiremezsiniz.
Müslümanlar olarak üç yüz yıldır bunların hiç birinde ileride olmadığımız açık. O halde geri kalmışız demektir ve bu durumdan kurtulmamız gerekir. İşte bunun için ‘müslümanlar neden geri kaldı ve bu geri kalmışlıktan nasıl kurtulabilirler?’ sorusu anlamlı ve cevabı da önemli.