Her imkân ve fırsatta sulhun, barışın esas olması gerektiğini hatırlatmak lâzım. Sulh, uluslar arası ilişkilerde de tercih edilmeli. Elbette ‘sulh’u da yanlış anlamamak lâzım. Sulh, başkasının her istediğini yerine getirmek de değil.
Bu dengeyi kuramayanlar, uluslar arası ilişkileri ‘kavga’ üzerine bina edenler uzun dönemde hem kendilerine hem de idare ettikleri ülkelere zarar verir. Türkiye’yi idare edenler de epey bir zamandır uluslar arası ilişkileri de iç politika malzemesi gibi gördü. Hatta, başka ülkelerin idarecilerine; muhalefet partisi genel başkanı gibi davranan, onlarla adeta ‘kavga’ edenler oldu.
Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri de hep inişli çıkışlı olmuştur. En başta İsrail’in ‘devlet’ olarak tanınması bile ciddî tartışmalara sebep olmuştur. İsrail ile son gerginlik, “Mavi Marmara” gemisinin İsrail askerlerince baskına uğraması neticesinde yaşanmış, adeta tavan yapmıştır. İsrail’in, Filistin ve Gazze’ye yardım götürmek için yola çıkan gemiye müdahale etmesi büyük ve haklı bir tepki almıştı. Ancak sonrasında yaşananlar çok ibretlidir. Türkiye’yi idare edenler meydanlarda İsrail aleyhinde sert sözler sarf ederken, devam eden mahkemenin yol almasına adeta engel olmuşlardır. Dâvâyı takip eden İHH, İsrailli yöneticiler aleyhinde Türkiye’de hazırlanan ‘mahkeme kararları’nın İnterpole gönderilmediğinden bahsetmiş ve her defasında yakınmıştır. Bu ikaz ve itirazlara rağmen yine de bir yol alınmamış, İsrailli yöneticiler uluslar arası hukuk nezdinde sıkıştırılamamıştır.
Bugüne gelirsek, İsrail gazetelerinde yer alan ve Türkiye’yi idare edenlerce de yalanlanmayan bilgilere göre Türkiye ile İsrail bazı konularda ‘mutabakat’a varmış. Gerçi henüz ‘anlaşma’ imzalanmamış, ama ortada bir ‘mutabakat’ olduğu da inkâr edilmiyor. Buna göre Türkiye’yi idare edenler daha önce yüz yirmi defa (çokluktan kinaye) tekrarladıkları ‘şart’lardan taviz vermiş görünüyorlar. Kesinleşmemiş olmakla birlikte bu ‘mutabakat’ta Gazze’ye uygulanan ambargonun kaldırılması yer almıyor.